Tüm Bilgi Paylaşımlarım

Türkiye Cumhuriyeti’nin Beka Mücadelesinin Başlama Anı: 19 Mayıs...

  İlk Söz: Soru şu: Tüm resmi bayramlarda  herkes bağımsızlıktan, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadeleden söz ediyor ! Bu çok güzel ! Yalnız bağımsızlık, laiklik, özgürlüğe sahip çıkma kararlılığı bir günle sınırlı mı kalmalı, yoksa bir ulusun “karekteri” mi olmalı ? Türkiye  Cumhuriyeti'nin 19 Mayıs1919'dan beri süren bağımsızlık ve varoluş  (beka )mücadelesi kutlu olsun. Bu mücadeleyi mümkün kılan Büyük öndere, minnetle...“Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan, yalnız aziz memleket ve milletime olan sonsuz sevgim değil, günün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.” Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde 19 Mayıs 1919’da Samsun’da yakılan istiklal meşalesi, Amasya, Sivas ve Erzurum’dan geçerek tüm vatan sathına yayılmıştır. Misak-ı Milli’nin ilanıyla girilen yol, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla yeni bir safhaya ulaşmıştır. 19 Mayıs, esareti kabul etmeyen, hürriyetinden vazgeçmeyen, zulme asla boyun eğmeyen milletimizin varoluş mücadelesinin ilk adımıdır. Büyük bir inanç, azim ve kararlılıkla sürdürülen bu mücadele, imkânsızlıklara rağmen zaferle sonuçlanmıştır. Düşmanın İzmir’de denize dökülmesiyle sonuçlanan büyük zaferin ardından yeni devletimizi de aynı inançla kurduk. Türkiye Cumhuriyeti, milletimizin ilk değil, binlerce yıllık tarihindeki son devletidir. Milli birlik, beraberlik ve dayanışma etrafında şekillenen bu ruh, Kurtuluş Savaşımızı zafere ulaştıran kararlılık ve inancın ifadesi olduğu kadar halen verdiğimiz mücadelenin de sembolüdür. İnsanlık tarihinde üç büyük devrimci dönüşüm var. İlki aristokrasiye karşı kazanılan Fransız Devrimi, ikincisi feodalizme ve oligarşiye karşı kazanılan Sovyet Devrimi ve üçüncüsü emperyalizme karşı kazanılmış Türk Devrimi. Baskıya, sömürüye, dogmatizme, eşitsizliğe, Emperyalist işgallere karşı verilen mücadeleler sonucunda meydana gelen devrimler, insanlığın daha özgür ve eşit bir dünyada yaşama isteğinin haklı ve meşru talebiydi. Bizim kurtuluş serüvenimiz hem işgallere karşı bir bağımsızlık ve özgürlük hareketi hem de yeni, çağdaş bir ulus olma amacına dönük çoklu bir karakter taşımakta. Büyük Önder'in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında yeni bir dünyaya ilk adımı atmaktaydı. Bu yeni dünyaya ulaşmak her şeyden önce işgale son vermek, bağımsızlığı kazanmak sonrada çağdaş insanlık ailesinin bir parçası olmak için Cumhuriyet idaresini kurmak, demokratik, laik ve hukuka dayalı bir düzene geçişi sağlamakla mümkün olabilirdi. Büyük Önder bütün bu sürecin yol haritasını zihninde oluşturmuş, insanlığın ve ulusumuzun bu büyük yolculuğuna öyle çıkmıştı. Ulusumuzun bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin dünya tarihinde bir eşi bulunmamakta. Bu mücadeleyi eşsiz kılan, onun demokratik ve özgürlükçü karakteri. Kurtuluş Savaşı öncesinde kongrelerin toplanması ve sonrasında meclisin oluşturularak mücadelenin kolektif, toplumsal, dayanışmacı bir temelde örgütlenmesi örneği olmayan bir kurtuluş serüvenine işaret etmekte. Büyük önder'in “Milletin istiklal ve istikbalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözü aslında mücadelenin ruhuna ve metodolojisine ilişkin sağlam ve tutarlı bir siyasetin temel felsefesini ortaya koymaktadır. Büyük Önder’in en büyük başarısı milletin azim ve kararlılığını ortaya çıkarmak, onu örgütlemek ve kurtuluş için seferber etmektir. Kendi milletine verdiği inanç bağımsızlığın ve Cumhuriyetin en temel dayanağı ve gücü olmuştur. Sanıldığı gibi bizim en büyük savaşımız düşmana karşı değildir. Bizim en büyük savaşımız kendimize, yüzyılların verdiği yılgınlığa, açlığa, yokluğa, yoksunluğa ve kimsesizliğe karşı olmuştur. Büyük Önder’in büyüklüğü ve eşsiz bir lider oluşu onun kendisini bir yok oluşa terk eden halkı ayağa kaldırması, kimlik ve kişilik kazandırmasıdır. Bu devrimci atılımın, değişimin ve dönüşümün mimarı olan Büyük önder, yaşamı boyunca halkının iyiliğini ve geleceğini düşünmüş ve bu uğurda büyük bir çaba ortaya koymuştur. 19 Mayısın 100. yılında dünya bildiğimiz dünya. Bu dünyada var olmak, bağımsız ve özgür yaşamak, kendi kendine yetebilmekle orantılı bir durum. Dünya kapitalizminin emperyalist karakteri, 1919’da ve 2019’da da aynı içeriğe ve yönteme sahip. Başka ulusların, halkların ve toplumların sömürüsü üzerine kurulu bu düzen, ülkelerin işgal edilmesi dahil her türlü ekonomik, askeri, siyasal, sosyal ve kültürel aracı kullanarak bir bağımlılaşma yaratmaktadır. Bugün dünya üzerinde özellikle ülke içi çatışmalar klasik “böl-parçala-yönet” politikası, emperyalist siyasetin vazgeçmediği bir yöntem olarak ülkemizde de uygulanmaktadır. Etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklar emperyalist siyasetler ve devletler tarafından kışkırtılmakta; birlikte yaşama istenci kırılmaya çalışılmaktadır. 19 Mayıs 1919 öncesinde ve sonrasındaki isyan ve ayaklanmalara bakıldığında Anadolu coğrafyasında yüzlerce yıldır bir arada yaşamış halklar birbirlerine karşı kışkırtılmış ve çok büyük acılar yaşanmıştı. Bu gün aynı acıların ve gerilimlerin tekrar yaşanmaması için kardeşlik, barış, dostluk ve dayanışma duygusunu öne çıkarmak, inadına demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri savunmak karanlık güçlerin oyununu bozmanın en önemli anahtarıdır. Vazgeçilmez bir rehber... Mustafa Kemal’in başlattığı kurtuluş mücadelesi en nihayetinde bir ulus yaratmak ve yurttaşlık bağını esas almak kurgusu üzerine inşa edilmiştir. Bu kurgu bugün hala geçerliliğini koruyan, bir arada yaşamamıza imkân sağlayan devrimci ve ileri bir nitelik taşımaktadır. Cumhuriyet, demokrasi ve yurttaşlık olguları bugün hala aşılamamış, yeni türevleri üretilememiş kategorilerdir. Bu noktada 19 Mayıs ve bunun sonucunda ortaya çıkan bağımsız ve özgür bir ülke tablosu bu topraklarda yaşayan bütün toplumsal kesimler için vazgeçilmez bir rehberdir. Mustafa Kemal, kurtuluş mücadelesi örgütlerken hiçbir etnik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal ve cinsel ayrım gözetmemiş ve herkesi aynı amaç etrafında birleştirmişse; bugün de birlikte yaşamak konusunda hiçbir ayrım söz konusu olamaz. Herkes bu ülkede eşit derecede yaşama imkânına sahip olduğunun bilincinde ve kararlılığında olursa ülkemizdeki dostluk ve kardeşlik daha da pekişecek ve ülkede farklı bir iklim yaşanmaya başlayacaktır. Bugün 19 Mayıs; 19 Mayıs, Büyük önderin Samsuna çıkış günü…. 19 Mayıs,Tüm Dünyaya bir varoluş/bir diriliş/bir haykırış manifastosu… 19 Mayıs, Bir ulusun,ulusu ile özdeşleşen/bütünleşen önderin doğum günü… 19 Mayıs, emperyalizme karşı bir başkaldırının kodlanmış adı. ... 19 Mayıs,dünyanın dörtbir yanında, emperyalizme karşı savaşan tüm mazlum milletler için bir umut günü…. 19 Mayıs,küresel güçlere,küresel oyun kuruculara karşı hala sürdürülen,bitmeyen savaşın başlangıcı. 19 Mayıs, Küresel oyun kurucuların “Medeniyetler Çatışması” kitabında dile getirdikleri ,her ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken bir gün…. 19 Mayıs, kentleri yakılmış, yıkılmış, toprakları işgal edilmiş bir toplumun acı günlerinin resmi… 19 Mayıs,tersanelerine girilmiş bir ulusun her türlü olanaksızlıklara karşın başlattığı kurtuluş meşalesinin yakıldığı gün . 19 Mayıs, Yüce Türk Milleti'nin varlığını güçlendiren, umutları canlandıran, kaderimizi değiştiren, yolumuzu aydınlatan tarihi bir adım. 19 Mayıs ,Ulusal Kurtuluş Savaşımızın, her aşamasında büyük derslerle dolu bir destan. 19 Mayıs, Ulusumuzun, her türlü olanaksızlıklara karşın inanç ve kararlılığının simgesi. 19 Mayıs,Küresel güçlere karşı,küresel oyun kuruculara karşı kazanılan büyük zaferin başlangıç tarihi… 19 Mayıs;Türkiye Cumhuriyeti’nin genetik kodlarının oluşturulduğu tarih… 19 Mayıs,Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk Gençliğine emanet edildiği tarih. 19 Mayıs,Türk gençliğine armağan edilen en büyük tarihsel miras… 19 Mayıs, büyük önder Mustafa Kemal’in bu tarihsel mirası Türk gençliğine emanet ettiği gün… Cumhuriyet ilkeleri,Atatürk ilke ve inkılapları, tam bağımsızlık ulusumuzun üç vazgeçilmezi. Bu duygu ve düşüncelerimle, başta Büyük Önder olmak üzere, tüm şehit ve gazilerimizi saygı ve şükranla anıyor, tüm ulusumuzun “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”nı yürekten sevgi ve saygıyla kutluyorum. 19 Mayıs,dünyanın dörtbir yanında, emperyalizme karşı savaşan tüm mazlum milletler için bir umut günü…. 19 Mayıs,küresel güçlere,küresel oyun kuruculara karşı hala sürdürülen,bitmeyen savaşın başlangıcı. 19 Mayıs, Küresel oyun kurucuların “Medeniyetler Çatışması” kitabında dile getirdikleri ,her ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken bir gün…. 19 Mayıs, kentleri yakılmış, yıkılmış, toprakları işgal edilmiş bir toplumun acı günlerinin resmi… 19 Mayıs,tersanelerine girilmiş bir ulusun her türlü olanaksızlıklara karşın başlattığı kurtuluş meşalesinin yakıldığı gün .  19 Mayıs, Yüce Türk Milleti'nin varlığını güçlendiren, umutları canlandıran, kaderimizi değiştiren, yolumuzu aydınlatan tarihi bir adım.  19 Mayıs , Ulusal Kurtuluş Savaşımızın, her aşamasında büyük derslerle dolu bir destan.  19 Mayıs, Ulusumuzun, her türlü olanaksızlıklara karşın inanç ve kararlılığının simgesi. 19 Mayıs,Küresel güçlere karşı,küresel oyun kuruculara karşı kazanılan büyük zaferin başlangıç tarihi… 19 Mayıs;Türkiye Cumhuriyeti’nin genetik kodlarının oluşturulduğu tarih… 19 Mayıs,Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk Gençliğine emanet edildiği tarih.  19 Mayıs,Türk gençliğine armağan edilen en büyük tarihsel miras… 19 Mayıs, büyük önder Mustafa Kemal’in bu tarihsel mirası Türk gençliğine emanet ettiği gün… .19 Mayıs,dünyanın dörtbir yanında, emperyalizme karşı savaşan tüm mazlum milletler için bir umut günü…. 19 Mayıs,küresel güçlere,küresel oyun kuruculara karşı hala sürdürülen,bitmeyen savaşın başlangıcı. 19 Mayıs, Küresel oyun kurucuların “Medeniyetler Çatışması” kitabında dile getirdikleri ,her ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken bir gün…. 19 Mayıs, kentleri yakılmış, yıkılmış, toprakları işgal edilmiş bir toplumun acı günlerinin resmi… 19 Mayıs,tersanelerine girilmiş bir ulusun her türlü olanaksızlıklara karşın başlattığı kurtuluş meşalesinin yakıldığı gün . 19 Mayıs, Yüce Türk Milleti'nin varlığını güçlendiren, umutları canlandıran, kaderimizi değiştiren, yolumuzu aydınlatan tarihi bir adım. 19 Mayıs ,Ulusal Kurtuluş Savaşımızın, her aşamasında büyük derslerle dolu bir destan. 1919; bizlerin birlikte, eşit ve özgür biçimde yaşamamıza imkan sağlayan kurtuluş serüveninin başlangıç tarihidir. Bu tarihi sürekli akılda tutmak, onun anlam ve öneminin farkında olmak bizlerin ulus olarak büyük acılar yaşamamıza engel olacaktır. Büyük Önder, 19 Mayıs'ta başlattığı Kurtuluş Savaşı'nın kuşaklarca süreceğini, muasır medeniyet seviyesine gelmeyenin bir şekilde müstemleke olacağını, bu mücadelede daima gençlerden taze kuvvet, fikir ve dinamizm gerekeceğini bilerek, tam da o günü gençlere armağan etmeyi seçmiştir. Son Söz : Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan,Oğuzhandır, Vatan Atilla'dır, Vatan  Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür... Aklı, bilimi ve ahlaki değerleri rehber edinerek yaşatan bizi biz yapan, o muhteşem değerlerimizin önünde saygıyla eğiliyor ve diyorum ki; Allah bize yar olsun, Türk’ün özü var olsun..Tarihte Atatürk’e düşman olup da Türk’e dost olan çıkmamıştır! Çünkü Atatürk, Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin ve büyük Türk Milleti'nin MAVİ GÖZLÜ BOZKURTUDUR! ve Son olarak Duvarımda ve masamda her zaman resmini eksik etmediğim Büyük Önder ; ben de koltuğumda büyük adam gibi oturan torunlarım da sana minnettar. İnşallah onların çocukları da seni saygıyla, sevgiyle ve minnetle anacaklar. Ululaştırarak ve masal kahramanı haline getirerek değil, kalpten severek ve teşekkür ederek, Atatürk diyecekler... Saygıyla... Sağlıcakla kalın... Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" kadar temiz tüm insanların,  günleri hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Not: İlgilenenler için...... Büyük Nutkun 10 adet video ile anlatımı ..  http://feritgezgil.com/SesliNutuk/1.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/2.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/3.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/4.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/5.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/6.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/7.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/8.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/9.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/10.mp4

Bağımsızlık ve Varoluş Mücadelesini Mümkün Kılan Büyük Öndere, Minnetle...

Bağımsızlık ve Varoluş Mücadelesini Mümkün Kılan Büyük Öndere, Minnetle..... Türk Ulusunun ülküsü (Ulusal irade seslenişi): “Tüm olumsuzluklara, tüm engellere rağmen, Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkmak… Çağdaş bilimin ve analitik düşüncenin gelişimini sağlayarak, ülkemizi daha müreffeh kılmak…. Geleceğe umutla bakmak…. Her alanda (Sosyal/siyasal ve Ekonomik) tam bağımsızlık mücadelesini başarmak ve Türk Ulusu'nu çağdaş uygarlığın “sürdürülebilir lideri” yapmak….Türkiye'nin 19 Mayıs1919'dan beri süren bağımsızlık ve varoluş mücadelesi kutlu olsun. Bu mücadeleyi mümkün kılan Büyük öndere, minnetle....   Orhan   ELMACI Mansur@orhanelmaciorhanelmaci Küresel oyun kuruculara (Yedi Düvele) karşı, Türkiye'nin bitmeyen varoluş savaşının Tekrar kodlandığı gün: 19 Mayıs POLİTİKA 3,7 19.05.2013 10:35:18 A+ A-    Bugün en uzun youn tek adımla başldağı gün.....    "19 Mayıs 1919 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki dönüm noktalarından birii.... Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı tarih gün....Atatürk Millî Mücadele sıralarında Türk milletini ileri götürecek olanların ve köhnemiş fikirlere karşı genç fikirleri önümsemiştir...  “Gençlik” kavramı Atatürk için ayrı bir önem taşımakta.... Atatürk gençlerden sık sık bahsederken, yaş sınırı dışında fikri olarak gençliği yani, fikirde yeniliği ifade etmektedir... O’nun şu sözü çok manidardır:“Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.” (1)"        Türk Milleti Birinci Dünya Savaşı sonrasında kötüleşen koşullar içinde kurtuluş çareleri ararken büyük bir lider Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıktı ve Samsun’a ayak basarak “Kurtuluş” yolunu açtı. Dolayısıyla Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 İstanbul’dan başlayan yolculuğu bir kurtuluş dönemini simgeler. Samsun’a ayak basışının taşıdığı önem Atatürk’ün Büyük Nutku’nu 19 Mayıs 1919 Samsun’a çıkışı ile başlatmasından anlaşılmaktadır ki şimdi bu yolculuğu kısaca özetliyelim..Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan. Stratejik bakımdan büyük öneme sahip ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapı. İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkartıyor. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması (2)dikkatleri bu bölgeye çekiyor.  İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikayetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar veriliyor. Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk ve Büyük önder uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve birşeyler yapmak için Anadolu’ya geçmek istiyor. Bu O’nun için bulunmaz fırsattı. İstanbul-Samsun yolculuğu öncesinde Atatürk’le Padişah Vahdettin arasında geçen konuşmayı Büyük önder şöyle anlatııyor::(3)     “-Paşa, Paşa!... Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin!Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (bu bir tarih kitabıdır)! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir...Paşa, Paşa...Devleti kurtarabilirsin!...      Bu sözlerden hayrete düştüm diyor Büyük Önder.     Acaba  diyor Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor?...     O Vahdettin ki... bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur?     İşgalci güçler tarafından aldatıldığını mı anlamıştı? diye düşünüyor...      Fakat, böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydığını ve padişaha karşılık verdigini söylüyor:       -Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim...Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz...”      Büyük Önder bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmış olmasına rağmen  O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir“Türk Milleti” nin varlığının kendisine güç verdiğini söylüyor. Atatürk ile beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü başlayacak yolculuğa gemi kaptanı İsmail Hakkı Durusu dışında 18 kişi eşlik ediyor. Bu 18 kişinin adları şöyleydi:(4) III. Kolordu Komutanı Kurmay Albay Refet Bey (General Bele), Müfettişlik Kurmay Başkanı Kurmay Albay Manastırlı Kâzım Bey (General DIRIK), Müfettişlik Sağlık Bakanı Doktor Albay İbrahim Talî Bey (ÖNGÖREN), Kurmay Başkan Yardımcısı Kurbay Yarbay Mehmet Ârif Bey(AYICI), Karargâh Erkân-ı Harbiyesi İstihbarat ve Siyâsiyât Şubesi Müdürü Kurmay Binbaşı Hüsrev Bey(GEREDE), Müfettişlik Topçu Komutanı Topçu Binbaşı Refik Bey(SAYDAM), Müfettişlik Başyaveri Yüzbaşı Cevad Abbas(GÜRER), Kurmay Mülhakı Yüzbaşı Mümtaz (TÜNAY),Kurmay Mülhakı Yüzbaşı İsmail Hakkı (EDE), Müfettişlik Emir Subayı Yüzbaşı Ali Şevket (ÖNDERSEV), Karargâh Komutanı Yüzbaşı Mustafa Vasfi (SÜSOY), Kurmay Başkanı Emir Subayı ve Müfettişlik Kâlem Âmiri Üsteğmen Arif Hikmet (GERÇEKÇI), İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah(KUNT), Müfettişlik İkinci Yaveri Teğmen Muzaffer (KILIÇ), Şifre Kâtibi, Birinci Sınıf Kâtip Fâik (AYBARS), Şifre Kâtibi Yardımcısı, Dördüncü Sınıf Kâtip Memduh (ATASEV).         Atatürk beraberindeki kişilerle beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılıyor.      17Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varıyor.       18 Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna geliniyor Yolcular Kalyon Burnu denilen yerden sandallarla Merkez iskelesine çıkarılıyorlar. Bu sandallardan birinin sahibi olan İsmail Yurtsever, o zaman için Atatürk’ü tanımadığını söylüyor,Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüğünü anlatıyor (5) Atatürk, İstanbul’dan başlayan ve Samsun’da sona eren yolculuk esnasında görevli bir askerdi ve giyimi de buna uygundu ancak Samsun’a ayak bastığı günden birkaç gün sonra asker değil, sivil olarak hareket edecekti. Atatürk’ün Samsun’a çıkışında gördüğü manzara pek parlak değildi. Şehirde İngiliz işgal kuvvetleri vardı. Pontusçular sokaklarda kol geziyordu. Halk kendisini koruyamayacak durumdaydı. Atatürk bugün müze haline getirilen Hıntıka Palas’ta kaldıkları süre içinde hep bu sorunları düşündü, yolculukta geçirdiği uykusuz geceler sona ermemişti; şimdi de burada uykusuz geceler başlıyordu. Ama, O’nda ve O’nun gibi düşünenlerde bu azim oldukça hiçbir engel aşılmaz değildi.     Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu yolculuk Türk Milleti için bir dönüm noktası oldu ve kurtuluşun başlangıcıydı.....  Bugün 19 Mayıs; 19 Mayıs, Büyük önderin Samsuna çıkış günü. 19 Mayıs, Tüm Dünyaya bir varoluş/bir diriliş/bir haykırış manifestosu. 19 Mayıs, Bir ulusun, ulusu ile özdeşleşen/bütünleşen önderin doğum günü. 19 Mayıs, emperyalizme karşı bir başkaldırının kodlanmış adı. 19 Mayıs, dünyanın dört bir yanında, emperyalizme karşı savaşan tüm mazlum milletler için bir umut günü. 19 Mayıs, küresel güçlere, küresel oyun kuruculara karşı hala sürdürülen, bitmeyen  savaşın başlangıcı. 19 Mayıs, Küresel oyun kurucuların "Medeniyetler Çatışması" kitabında dile getirdikleri gibi, her ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken bir gün. 19 Mayıs, kentleri yakılmış, yıkılmış, toprakları işgal edilmiş bir toplumun acı günlerinin resmi. 19 Mayıs, tersanelerine girilmiş bir ulusun her türlü olanaksızlıklara karşın başlattığı kurtuluş meşalesinin yakıldığı gün. 19 Mayıs, Yüce Türk Milletinin  varlığını güçlendiren, umutları canlandıran, kaderimizi değiştiren, yolumuzu aydınlatan tarihi bir adım. 19 Mayıs, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın, her aşamasında büyük derslerle dolu bir destan. 19 Mayıs, Ulusumuzun, her türlü olanaksızlıklara karşın inanç ve kararlılığının simgesi. 19 Mayıs, Küresel güçlere karşı, küresel oyun kuruculara karşı  kazanılan büyük zaferin başlangıç tarihi. 19 Mayıs; Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodlarının oluşturulduğu tarih. 19 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti'nin Türk Gençliğine emanet edildiği tarih. 19 Mayıs, Türk gençliğine armağan edilen en büyük tarihsel miras. 19 Mayıs, büyük önder Mustafa Kemal'in bu tarihsel mirası Türk gençliğine emanet ettiği gün.          Büyük Önder bu mirası Türk gençliğine emanet ederken, gençliğe şöyle sesleniyor. Birlikte okuyalım:    "Ey Türk Gençliği. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.     Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"     Büyük önderin şu sözleri de manidar:      "Yaşamak isteyen ulusumuzun istemi, basit bir kelimede saklıdır ve gayet meşrudur: Bağımsızlık! Avrupa'nın iktidarlarından ve sermayedarlarından ayrı olan asıl ulusları, bizim yaşamımızı bize çok görmüyorlar (Atatürk, 27.1920 Tamim ve Telgraflar, S 344)"     Manidar başka bir sözü;      "Biz" diyor büyük önder, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)"       Büyük önderin manidar başka bir sözü;      "Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı güvence altında bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurallarımızla bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız (Atatürk, 1.12.1921, Söylev ve Demeçleri, C: I, S: 1969) Atatürk'ün şu sözleri de hiç ama hiç akla gelmeyecek." Unutturulan bir başka manidar söz.     "Almanlarla dost olduk; Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükümetimize kadar girdiler Fakat Almanlardan bazıları, bağımsızlık ve onurumuza karşı tavır almaya başladıkları dakikada, en ince ve hemen hiçbir ayıt ve koşula bakmaksızın ruhen ve fiilen isyan ettim (Atatürk, 241.1924, Söylev ve Demeçleri, C: 3, S: 25) Bu sözler akla gelmeyecek, anımsanmayacak; çünkü yıllardır unutturulan ve unutturulmaya çalışılan; Kurtuluş Savaşı'nın amacı ve laik cumhuriyetin ilkeleridir."       Büyük önderin bu sözleri de çoktan unutulmuştur "Biz" diyor Atatürk, "Batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz (Atatürk, Tamim ve Telgraflar, S: 339)       Büyük önderi okudukça, manidar sözlerin çokluğu karşısında hayrete düşmemek elde değil, yine o sözlerden bir tanesi, birlikte okuyalım;    "(Büyük) devletler iktisadi esaretle bizi felce uğratıyorlardı Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi tavır alırlardı Bu esarete katlanan yöneticiler hoşnuttu Çünkü görünüşte görkemli bir bağımsızlık elde etmişlerdi Fakat gerçekte, ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı (Atatürk, Adana, 153.1923 Söylev ve Demeçleri, C: 2, S: 119)     Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik kodlarını mutasyona/dejenerasyona uğratarak, toplumu tasarlamaya, formatlamaya, afazi  hale getirmeye  çalışanlar, demokratik yapıyı da on yılda bir kesintiye uğratmakta  hiçbir beis görmediler.      Sözüm ona büyük önderin yolunda oldukları iddiasında bulundular. Mustafa Kemal'in devrimci, çağdaş ve bağımsızlık yanlarının tanıtılmaması için her türlü manipülasyon ve dezenformasyondan kaçınmadılar.     Evet, frak-smokin, bando-mızıka, kabul resimleri, fener alayları Ve beylik sözlerle dolu yapay söylevler ve heykeller!      Büyük Önderin; 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkışı millet olarak varlığımızı güçlendiren, umutları canlandıran, kaderimizi değiştiren, yolumuzu aydınlatan tarihi bir adım. 19 Mayıs, Cumhuriyet tarihimizin miladı.     Türkiye Cumhuriyeti, milletimizin birlik ve beraberliğinin, tüm unsurlarıyla bir arada yaşama ve ortak değerlerde kenetlenme iradesinin ortaya çıkardığı eşsiz bir eser. Şüphesiz vatanın kurtarılması ve bağımsızlık yolunda büyük bedeller ödenmiş, güçlü bir geleceğin inşası için emsalsiz fedakarlıklar gösterilmiştir. Türkiye, Cumhuriyet'in ilanının ardından geçen süre zarfında önemli kazanımlar elde etmiştir. Bugün Türkiye, demokratik rejimiyle, ekonomik, siyasi ve askeri gücüyle, insan kaynaklarıyla, köklü devlet geleneğiyle, küresel topluma katkılarıyla dikkat çeken, ilgiyle takip edilen bir ülke konumunda.     Türkiye'nin son yıllardaki performansını, istikrarlı şekilde ilerleyeceğinin ve Cumhuriyet'in 100. yılı kapsamında belirlediği hedefleri yakalayacağının bir işareti. "Bugün bunun bilinciyle, büyük bir özgüven içerisinde geleceğe umutla bakıyoruz. Yarınlarımızın daha çok daha parlak olacağından kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye, sahip olduğu kazanımlarını daha ileriye taşıyacak, barış, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü temelinde yükselmeye devam edecek.Bu arada bir not:“Atatürk , hukukî anlamda, artık mevcut değil. Dolayısıyla, ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olması mümkün değil.  25 Temmuz 1951 tarihinde kabul edilen ve 31 Temmuz 1951 tarihinde de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5816 numaralı Atatürk'ü Koruma Kanunu, ceza hukuk normlarıyla korunması öngörülen hukukî varlık bir şahıs olarak Atatürk değil. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusu. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlar.” Bu notumuz şimdilik burada kalsın....Bu arada: Vatan , Şehitlerimizin bize emanetidir. Vatan,Oğuzhandır, Vatan Atilla'dır, Vatan  Sultan Alparslan'dır. Vatan, Sultan Mehmet Han'dır. Vatan, Mustafa Kemal Atatürk'tür...Saygıyla. Aklı, bilimi ve ahlaki değerleri rehber edinerek yaşatan Bizi biz yapan, o muhteşem değerlerimizin önünde saygıyla eğiliyor, ve diyorum ki; Allah bize yar olsun, Türk’ün özü var olsun..      Cumhuriyet ilkeleri, Atatürk ilke ve inkılapları, tam bağımsızlık ulusumuzun üç vazgeçilmezi. Bu duygu ve düşüncelerimle, başta Büyük Önder olmak üzere, tüm şehit ve gazilerimizi saygı ve şükranla anıyor, tüm ulusumuzun "19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı"nı yürekten sevgi ve saygıyla kutluyorum.  Sağlıcakla kalın! Günleriniz hep aydınlık olsun!  Yüreklerindeki sevgi daim olsun!  Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -19.05.2013 (*)Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi uzmanı.   (1)Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan:Utkan Kocatürk, 3. Basım, Ankara 1984, s.76.   (2)Sabahattin Selek,Anadolu İhtilâli, İstanbul, 1981, s.206.   (3)Falih Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan, Atatürk’ün Anıları, İstanbul, 1982, s.153.   (4)Fethi Tevetoğlu, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar, Ankara 1987, s.16; Sadi Borak, Atatürk, İstanbul 1973, s.242; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam 1919-1922, 2.Cilt,İstanbul, 1983, s.19; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, İstanbul 1981, s.213.   (5)Hürriyet, 19 Mayıs 1973, s.4.   (6)Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan:Utkan Kocatürk, 3.Basım 1984, s.164-165. (7)A.g.e., s.342.   NOT:İlgilenenler için...... Büyük Nutkun 10 adet video ile anlatımı ..  http://feritgezgil.com/SesliNutuk/1.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/2.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/3.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/4.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/5.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/6.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/7.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/8.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/9.mp4 http://feritgezgil.com/SesliNutuk/10.mp4  

Acı...çok Acı !... Çocukları Katletmişler! .. Gazze / Kudüs...

   Yeni Dünya Düzeniyle Yüzleşmek       ( BOP Projesinin ilk Senaryosu:Filistin Topraklarının İlhakı..Ya Sonra !..)   İlk söz: İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği (57 Ülke), 29 Kasım 1947’den bugüne Mescid-i Aksa başta olmak üzere tüm bu saldırı, katliam ve işgalleri sadece kınamakla yetinmiş. Görselle ait not:. İsrail 1948'e  Filistin topraklarının toplam yüz ölçümünün sadece yüzde 1'i. daha sonra yüzde 5.5-6, günümüz de ise (2024) yüz de 85'ine el koymuş durumda... İsrail  Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana -191 gündür -düzenlediği saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 33 bin 729'a yükseldi... Acı...Çok acı!...Çocukları katlediyorlar! Dipsiz karanlık. ...Katışıksız kötülük.Acılarla yoğrulmuş bu coğrafyada ,insanlık zamanaşımına çoktan uğradı!..Susmak ve Filistin halkının yanında saf tutup sesini yükseltmemek de insanlık suçu… ..10 km'lik alana sıkışmış 1,5 milyon nüfus ve yüzbinlerce çocuğu, gece ve gündüz aralıksız dünyanın en gelişmiş silahları ve uçaklarıyla tepelerinden bombalanıyor! Uluslararası kurumlar, devletler, aydınlar, akademi, sanatçılar, tüm dünya sessizce seyrediyor ya da seyretmekten başka elinden bir şey gelmiyor! Yüzbinlerce bilimsel keşif yapacaksın yüzbinlerce filmler çekeceksin şiirler yazacaksın ve binlerce insanlık adına yasalar çıkartacaksın ve bu soykırıma sessiz kalacaksın, işte medeniyet denen canavar! Rusya Ukrayna'ya saldırınca Çaykovski dinlemem Dostoyevski okumam diyenler neredesiniz! İnsanlık için ne büyük utanç, koca dünyamız bir buçuk milyon insanın haşere böcekler gibi öldürülmesini sadece izliyor, dün de Irak'ın bombalanmasını izlemişlerdi gün gelir sizin de bombalanmanızı izlerler. Küresel güçlerin özellikle ABD 'desteği ile İsrail, adım adım Kudüs’ü yutarken, Gazze'yi vururken tüm dünya ama özellikle İslam dünyası bunu seyrediyor.. “Gelin, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyıllar önce sahneye konulan Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ ilkesinin ete kemiğe büründürülmesi sürecinden söz edelim. Yeni Dünya Düzeni’nde mevzubahis olan ‘tek din’, Yahudilikle Hıristiyanlığın füzyonu olan Evangelizm’dir. Evangelizm’in ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız. Eski Ahit’te eritilmiş, tevhit edilmiş Hıristiyanlığın temellerinin daha 1867’de kurulan ‘Kiliseler Konseyi’ tarafından atıldığını bilesiniz." .Tüm bu gelişmelerin nedenlerini ve sonuçlarını analiz ederken yanıtlanması gereken sorular şunlardır: i- İsrail'in uluslararası tanınmasına destek veren Müslüman Ülkeler hangileridir? ii-İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliğine üye ülkelerin kaç tanesi Askeri+ekonomik+siyasi ilişkiler kurmuş ve sürdürmektedir? iii- Özellikle Araplar Filistini neden desteklemiyor? Yukarıda ki iki sorunun cevabını birlikte okuyalım:   İsrail, bölgedeki bütün gerici iktidarların İsrail'i yalandan kınayacaklarını ve sözde İsrail'le Askeri+ekonomik+siyasi ilişkilerinin  devam edeceğin bilmiyor olabilir mi? İsrail, Suriye toprağı olan GOLAN tepelerini işgal ettiği halde, İsrail'le değil de Suriye ile savaşıldığını Kuzey Irak'ta   ABD tarafından vadedilen toprakların işgali  (Türkiye'nin Güney Doğusunu 'da içeren  ) için hazırlıkların yapıldığını , ve "Kudüs" kendilerinin başkenti olarak tanındığını çok iyi bilmekte..Tüm bunların sorumlusu   ABD  ( Sözde Yüce Pir'),  Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını hızla güçlendirme isteği bu planın ana temasıdır.  Ortadoğuda dolara tapan Suudiler,  BAE kralları  Suriye ve Lübnan'ı parçalamak isteyen yavru emperyalistler. Sessiz kalan AB...(Tarikatı oluşturan vasıl, salik, mürid ve talipler).   Yüce Pir'e biat etmiş bu güçler Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile  "Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüdürler. Dünya halkları ya "Tekleşmiş Varoluş"ta eriyecekler ya da genleri yok edilmek suretiyle mutlak bir biyolojik ölümle karşı karşıya bırakılan Sömürülmezler'in ve Lanetliler''in kaderini paylaşacaklardır. Postmodern Faşizm. "Tek bir dünya, tek bir devlet, tek bir bayrak!" sloganıyla özetlenen çağdaş değerlerini, evrensel medyanın tüm olanaklarını kullanarak dayatmaktadır.. Yüce Pir''in Kutsal Koalisyonu ile baş edebilecek tek bir güç varmıdır?  Bu sorumuzun cevabı şimdilik bizde saklı kalsın... Bu bağlamda; Falih Rıfkı, Zeytindağı’nda (1915)  önemli bir tespitte bulunduğu anımsamakta yarar var.:  “Floransa ne kadar bizim değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz…Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; Bürokrasi bile tam-Arap, yahut yarı-Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rastgeliyordum…Suriye, Filistin ve Hicaz’da Türk müsünüz? sorusunun cevabı Estağfurullah idi.”(s. 43) Zeytindağı’nda,  insanın kanını donduran tarihi  süreç  ve imparatorluğun çöküşü yazıldığını hep hafızalarda taze tutmak dilği ile.anlatıma devam edelim. Okuyanınız vardır. Okumayanlar mutlaka okumalıdır.  Özellikle  “Cumhuriyet Arap düşmanlığı üretti” diyenler okumalıdırlar. Çünkü kitap Cumhuriyet öncesi yazılmıştır. Kitapta Mehmetçiğin Yemen’de, Aden’de, Kanal’da, Gazze’de, Arap Çölleri’nde nasıl kırıldığı, yenilgiden sonra bir vagon dolusu mecidiye altınının nasıl bırakıldığı açıklanmaktadır. Şahsen Araplara karşı bir sempati duymadım gelecektede duymıyacağım..Nedeni ise Filistin Cephesinde Mehmet Hüseyin Çavuş'un kaleminden. dökülen bu mısralarda saklı.Birlikte okuyalım :: "Gazze'nin meğer kumundan çokmuş kalleşi, Nasıl vurur insanı sırtından DİN KARDEŞİ! Filistin,Trablusgarp, Yemen illeri. Hangisini kanım ile sulamadım? Gezdim cephe cephe çölleri, Türk'e Türk'ten başka dost bulamadım!" Arapların 1918 yılında esir düşen 16. Tümenin de ki  15.000 Türk askerini  nasıl kalleşçe  arkadan vurduğunu bilimsel olarak bu linkten okuyabilirsiniz http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/ET001765.pdf...  Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas Çin'in Doğu Türkistan'daki soykırımını desteklese de  Filistinlilere yönelik saldırıları  kabul etmem  mümkün değil. Çünkü Filistin’de neofaşist bir insanlık dramı yaşanıyor. İnsan olan herkes bu katliamı kınamalı ve önlemek için elinden ne geliyorsa yapmalıdır.  Falih Rıfkı, Zeytindağı’da  tarihimize bir ibret belgesi bırakırken, her biri destan olabilecek, askerin günlükleri,  kaybedilen Ahmetlerin, Mehmetlerin hikayeleri tüylerinizi ürpertir. Bu kitabı okumak  bir borçtur, bir  görevdir. Özellikle genç nesiller için. Yakup Kadri Karaosmanoğlu  derki; “…Falih Rıfkı’’nın son eseri Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hâdiselerinden birini teşkil etti. Falih Rıfkı’nın bize hatırlattığı devir, Türk milletinin geçirdiği ve geçirebileceği felaket devirlerinin en facialısı, en dehşetlisi ve ruha en çok bezginlik verenidir. Eğer, muharririn keskin ve yüksek zekası bu devir üstüne berrak bir aydınlık gibi aksetmemiş olsaydı, biz ona doğru başımızı çevirip tekrar bakmak arzu ve cesaretini kendimizde bulamayacaktık.” Arap  hayranlığı ile Türkiye bir yere varamaz. Türk düşmanı Suud Krallığı 5 Osmanlı eserini yıkmış, Türkiye tarafından kınanmamıştır. Osmanlı eserlerine yönelik “kültür soykırımı” yapan Suudi yönetimi, Kral Fahd’ın emriyle Türk düşmanı  Thomas Edward Lawrence’in evini müzeye dönüştürmüştür.  Evin kapısına, ‘‘Bu ev, Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Suudilere yardımcı olan Thomas Edward Lawrence tarafından karargáh olarak kullanılmıştır’’ yazısı asılmıştır. Arapların yıktıkları Osmanlı eserleri arasında  en önemlisi Ecyad Kalesi’dir. Kasım 2007’de   Türkiye’ye gelişinde ülkesinin bayrağı göndere çekilerek karşılanan Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Atatürk’ün ölüm yıldönümüne denk gelen 10 Kasım’da ayrılırken kendi bayrağının yarıya çekilmesine izin vermeyince uğurlanışı bayraksız olmuştur.  23 Eylül 1932‘de Suudi Arabistan Krallığı ilan edilmiştir. 10 Kasım 1938’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatında Suudi Arabistan ne yapmıştır?  Bayraklarını indirmemesinin kendilerince makul sebebi vardır ama bir günlük yas ilan edilmemiştir. Evi müze yapılan Edward Lawrence, Filistin Cephesi’nde komuta ettiği Bedevi süvari alayına katliam emri veren  İngilizdir. Filistin Cephesi’nden Anadolu’ya doğru çekilmekte olan Türk ordusu  at arabalarının üstünde giderken, ilkel sedyelerde yaralılar taşınıyordu. Binlerce bedevi atlısı  Türk ordusuna arkadan saldırırken, teslim olmak için el kaldıranlarını da  öldürmüşlerdir.  Ümmet kardeşlerimiz  olan Araplar  Lawrence’in “esir almak yok”  emrine uymuştur.   Filistin Cephesi’nde Lawrence’nin komuta ettiği Bedevi süvari alayından   iki bin Mehmetçik Şam’daki hastaneye yatırılmıştı. Yeterli sağlık personeli, ilaç, narkoz yoktu.  Yaşananları Lawrence  “Lanet olsun bunlara” diyerek Filistin cephesinden ayrılıp Mısır’a dönmüştü. Bedevilerin Türk kanı içme isterisi ile sağlık personeli dahil, kurtulan tek kişi olmamıştı. İngiliz  subayları  bu duruma  isyan etmişti: “Biz Arapları destekledik ama hastane baskını da istemedik ki…” 24 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Rum Lideri Makarios tarafından kurulan cinayet örgütü EOKA Tuğgeneral Nihat İlhan’ın evini basıp eşi ve üç çocuğunu banyoda vahşice öldürdüler. Kıbrıs’a gidenler bu vahşeti görürler.  Lefkoşe’nin Türk mahallerinde 39, Girne’de 7, Baf’da 49, Larnaka’da 21 ve Magusa’da 21  Türk katledilmiştir. O günlerde Yaser Arafat Kıbrıs’a gelerek “Filistin Halkı Kıbrıs Rumlarını ve haklı mücadelelerini desteklemektedir”  demiştir. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın  “Doğu Türkistan’da Çin haklıdır!..”  açıklaması  kabul edilemez. Filistin ve Arap dünyası Yunanistan’ın yanında yer almıştır. Girit’e Suud uçakları inmiştir: “Pilotlar sizden, uçaklar bizden.”  Biz Türkler balık hafızalıyız. Geçen yıl ABD’de sözde Ermeni soykırımı karar tasarısı ile yaptırım tasarısı Temsilciler Meclisi’nde oylanırken  dikkat çekici  bir durumla karşılaşılmıştır. ABD’deki ara seçimlerde, Demokrat Partili Müslüman adaylar Arap kökenli Rashida Tlaib ve Ilhan Omar ABD’nin Michigan ve Minnesota eyaletlerinden Temsilciler Meclisi üyeliğine seçilmişlerdir. Böylece  Tlaib ve Omar ABD Kongresi’nin ilk kadın Müslüman üyeleri olmuşlardır.  Dikkati çeken  husus, hayır oyu veren 11 Temsilciler Meclisi üyesi arasında iki  Müslüman üyenin bulunmamasıdır. Üstelik bunlardan biri Filistin kökenlidir.  Filistin’e verilen büyük desteğe rağmen Filistin kökenli üyeye  Cumhurbaşkanımızın gösterdiği yakınlığın  bir anlamı olmadığı  ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanımız   BM Genel Kurulu’nda  Filistin haritasını göstererek Filistinlilere sahip çıkmıştır ama  Filistin kökenli Temsilciler Meclisi üyesi Rashida Thalib  Türkiye aleyhine oy kullandığı için Ermeni kuruluşu ANCA tarafından  onurlandırılmıştır. Cumhurbaşkanımız  ile  fotoğraf çektiren  diğer Temsilciler Meclisi üyesi  Ilhan Omar (D-Minn.)  ise  24 Nisan 2020 tarihinde soykırım kararına verdiği desteği tweetlemiştir: “Minnesota ve dünyadaki Ermenilere kayıp yaşamları yas tutmak için katılıyorum ve Ermeni halkının olağanüstü dayanıklılığını onurlandırıyorum.” Filistin konusunda  57 Müslüman ülke arasında  hiçbir dayanışma olmadığı gibi büyük  hizipleşmeler vardır. Suudi Arabistan  Türkiye’ye ambargo uygulamak için girişim  başlatırken  bu ülkenin İstanbul Havalimanında  milli günü kutlanmıştır. “Suudi Arabistan Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin bu ay içinde gerçekleştirilecek olan Falcon Eye 1 tatbikat manevralarına katılan uçağı, Girit Adası’nın Souda Hava Üssü’ne  teknik ve destek ekipleriyle ulaştı. Suudi Hava Kuvvetleri ve Yunanlılar Akdeniz’in gökyüzünde hava harekatı ve ortak tatbikatlar gerçekleştirecekler. Tatbikatın, hava harekatlarının yürütülmesi ve planlanması alanındaki askeri deneyimlerin paylaşılmasının yanı sıra, hava ve teknik ekiplerin becerilerini geliştirmeyi ve geliştirmeyi, hava kuvvetlerinin savaşa hazırlığını artırmayı amaçladığı açıklanmıştır.” (Saudi Press Agency, https://www.saudiarabianewsgazette.com/general/royal-saudi-air-force-group-participating-in-falcon-eye-1-drill-maneuvers-arrives-in-greece/)  Suudi Arabistan jetleri Yunanistan'la ortak tatbikat için Girit'te, burnumuzun dibine gelip  bize karşı tatbikat yapacaklar ve biz sesimizi yükseltmeyeceğiz.  Bize göre kurttan post Arap’tan dost olmaz. Eğer olsaydı tüm Arap ülkeleri KKTC’yi resmen tanırlardı. Hıristiyan dünyası Güney Kıbrıs Rum Kesimini  AB hukukunu yok sayarak   tanımış ve AB üyesi yapmıştır. Bu, sözün bittiği yerdir. Nokta. Mazlum bir ülke olarak küresel güçlerin özellikle de ABD+ İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırıları  kabul etmem  mümkün değil Bugün Kudüs’te zoraki bir işgal olsa da bu İsrail’e Filistinlileri yok saymak hakkını vermez.  Küresel oyun kurucular ve  İsrail  her söylemi ve eyleminde Filistin’i de Filistinlileri de yok sayıyor. Ama aynı İsrail kendi yayınladığı kitapçıklarda bu toprakların Filistin olduğunu da teyit ediyor, bu ne menem bir iştir anlamak mümkün değil. İşte İsrail Kaynaklarına göre Filistin : ‘…İsrail, Akdeniz’in güneydoğu kıyısında küçük, dar, yarı-kurak bir ülkedir. Yaklaşık 35 asır önce, Yahudi halkı göçebe hayat tarzını terk edip İsrail toprağına yerleştiğinde ve bir millet olduğunda tarih sahnesine girdi.  Yıllar boyunca, Toprak çeşitli isimlerle tanınmıştır– Eretz Yisrael (İsrail Toprağı); Kudüs’teki tepelerden biri olan ve zamanla hem bu şehri, hem de bir bütün olarak İsrail Toprağını temsil eder hale gelen Sion; Philistia adından türemiş ve ilk defa Romalılarca kullanılmış olan Filistin; Vaat Edilmiş Toprak; ve Kutsal Toprak bunlardan sadece birkaçıdır.  Ancak, bugün çoğu İsrailli için ülkenin adı sadece Ha’aretz, yani Toprak’tır.’ : Bakın İsrail bu kaynakta geçen ‘Romalılar bu topraklara Filistin derdi’ ifadesiyle Filistin’i tanıyor. İşin kritik noktası da burada zaten. Hem tanı hem yok say, işte bu iş bundan dolayı çözülemiyor... Yine burada İsrail önce Tevrat’ı öne sürüp bu toprakları Sion sembolüyle anlatıyor. Buradan kendine Siyonizmin de yolunu açıyor.  Ve aynı İsrail bu kez bu topraklara ‘Romalılar Filistin adını koydu’ diyor ama hemen peşinden kutsal topraklar, vaat edilmiş topraklar diyerek yeniden Tevrat’a dönüş yapıyor. Yani bu İsrail’in kafası karışık. Bu da doğaldır çünkü Tanrı’nın bildiği bir gerçeği Tanrı’ya rağmen tahrif etmeye çalışmak o kadar da kolay olmuyor. İşin gerçeği… Bu toprakların en eski adı Kenan diyarıdır, Tevrat’ta da geçer. Aynı topraklar üzerinde yaşayan halk Filistinli olarak anılır, bu da Tevrat’ta böyle geçer. Peki, İsrailoğulları nedir, bu topraklardaki rolü nedir? Yine Tevrat’a göre onların atası İbrahim kabul edilir. İbrahim, Basra’da Ur kentinde doğmuş, Harran üzerinden Kenan diyarına göç etmiştir. Orada çoğalmış, kıtlık çıkınca Mısır’a göç etmiş, derken Musa’nın öncülüğünde ve İsrail’in Tanrısı’nın yardımıyla yeniden Hebron’a yani Kenan diyarına dönmüştür. Toprağın asıl sahipleri olan Filistinlilere karşı savaşmış ve ilk kez bir devlet kurmuştur. Buna göre, İsrailoğulları Irak’tan Filistin’e gelen göçebe bir halktır.  Bu toprağın adı Filistin, sahipleri de Filistinlilerdir. Kaldı ki bu toprakların adı hiçbir zaman İsrail toprağı diye anılmamıştır ta ki Sion ve Siyonizm çıkıncaya kadar. Sion’a zemin hazırlamış olan ise Tevrat’tır. Müslüman alemi de bu nedenle diyor ki bu Tevrat tahrif edilmiştir. İsrail’in kendi kaynaklarında geçen şifreleri çözmeye devam edelim… ‘İlk defa devlet kurdular’‘ ifadesinde geçen ilk devlet sözü, aynı zamanda Davut zamanındaki Büyük İsrail Krallığı’nı işaret ediyor ki bu da ayrı bir konu.  Şimdi ilk defa devlet kurdular dediğiniz zaman akla gelen ilk şey Davut ve o dönemdeki İsrail krallığıdır. Çünkü bugünkü İsrail’in devlet sembolleri işte o günkü Davut’u işaret ediyor.  Ama Ortadoğu’nun güvenliği açısından bu hiç de yabana atılacak bir siyasi hedef değil, aksine büyük bir tehlikedir!  İsrail’in Nil-Kudüs-Babil ekseninde geçen binlerce yıl öncesindeki eski sınırları işaret edilerek bugünkü İsrail’in hedefi olarak gösterilmesi gerçekten de çok tehlikeli bir mesajdır. Özellikle de kuzey Irakt'ta ABD tarafından  oluşturulmaya çalışılan  oluşum bu minvalde olup  Türkiye için oynan kirli  bir oyundur. Göründüğünden daha karmaşık ve planlıdır...Çok tehlikeli bir oyundur ..Bu böyle biline... Gelin şimdi de, Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzyıllar önce sahneye konulan Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ ilkesinin ete kemiğe büründürülmesi sürecinden söz edelim. Yeni Dünya Düzeni’nde mevzubahis olan ‘tek din’, Yahudilikle Hıristiyanlığın füzyonu olan Evangelizm’dir. Evangelizm’in ne olduğunu bilmezsek, Amerika Birleşik Devletleri’nin niye bu kadar ısrarla ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklediğini anlayamayız. ABD’nin Irak’ta, Orta Doğu’da, hatta Kara Afrika’da ne yapmak istediğini de doğru okuyamayız. Eski Ahit’te eritilmiş, tevhit edilmiş Hıristiyanlığın temellerinin daha 1867’de kurulan ‘Kiliseler Konseyi’ tarafından atıldığını bilesiniz." Bu arada FKÖ'yü bitirmek için HAMAS'ı  kim kurdurdu?  ve Hangi  emperyal güçler  desteklemekte? Bu soruların cevabı Filistin haritasının tarihsel gelişiminde saklı... Yanıbaşındaki Mescid-i Aksa'dan gözyaşı akarken milliyetçi bir şarkının "isimleri silinsin" (yimakh shema) bedduası nakaratını söyleyen insanlar. Vicdansız olunca orada bir boşluk mu oluyor? Yoksa nefretle mi dolu orası da vicdan sığmıyor? Vicdan kaskatı olunca neyin üzerine inşa ediyorsun dini ?" insanlar yiterken, kutlamanız da, milliyetçi şarkınızda , bedduanız da yerin dibine batsın….Neo-ortaçağ... --------------------------- (*)1799'dan günümüze Filistin tarihi ve Orta Doğu sorunuhttps://bbc.in/3blLA8V   (**)     Arapların Filistini neden desteklemediğini merak edenlere... Özetle:"Filistin sorunu", yalnızca Ramallah ve Gazze'nin yozlaşmış liderlerini zenginleştirmeye hizmet eden duygusal ve mali bir aldatmaca haline geldi". diye anlatıyor makale.....  https://besacenter.org/do-arabs-hate-palestinians/

Gezegensel Sınırlar: Ülkelerin İklim Değişikliğine Karşı Hedefi Var, İcraatı Yok!

28. Taraflar Konferansı (COP 28)’ın çöp28.  Dubai'de, bugüne kadar hiç görülmemiş sayıda fosil yakıt şirketi lobicisi var. En büyük üçüncü fosil yakıt üreticisi olan Abu Dhabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su Sultan Al Jaber başkanlık ediyor  olması da başka bir ilginçlik ve trajikomik. Insanlar hala "dünya bunca zaman döndü, şimdi bizim yaşam süremizde mi patlayacak" muhabbetinde. Dünya patlamayacak. Insanlar ve bildiğimiz türlerin en az %75'i onun üzerinde barınıp tutunamayacaklar. Bunun kaçınılmaz hale geleceği eşiği geçmemiz ise, akıllı olmazsak, bizim hayat süremize denk geliyor. Dünyamız 4,5 milyar yıl yaşında. Sırf son 500 milyon yıl içerisinde 5 defa tüm türlerin %75'inden fazlasının ölümünü içeren toplu tükenişler yaşayıp milyonlarca yıl içinde yeni süreçlerle tekrar renkli yaşam gördü. Insanlar 6 milyon yıldır dünya üzerinde. Dinozorlar 140 milyon yıl dünya üzerindeydiler. Yani, zamana, zamanın neresinde olduğumuza, hiçbir şeyin bizimle başlayıp bizimle bitmediğine, uyanmamız lazım.  Bizim insanlar olarak 4.5 milyar yıllık dünya tarihinde hiç denk gelinmemiş bazı özelliklerimiz var. Zamanı kendi geçiciliğimizi ve evreni algılayabiliyoruz. Bir gezegende daha yaşam kurabilme ve bu suretle türümüzü sürdürülebilir kılma ihtimalimiz var. Öte yandan, kendi gezegenimizin üzerindekileri silkeleme döngülerini kendi elimizle tetikleyip hızlandırma riski de sadece bizim türümüze ait. Kendi gezegenimizin döngülerini gözleme ve yoğurma kabiliyetimiz, yine, bize özgü.  Işte bu kritik dengelerin en hassas hale geldiği yaşam süreleri, 2015 ile 2035 arasındaki 20 senede dünya üzerinde etkide bulunabilecek olan insanlar. Zaman, her şeyin ilacı. Bir gezegeni çekirge sürüsü gibi yemeye kalkışırsa, insan zararlısının da ilacı, zaman olur. O durumda 10 milyonlarca yıllık süreçler sonucunda bu gezegene yine akıllı ve bilinçli bir tür gelir mi, bilinmez. Gelirse, bizim kazıp dinozorları bulduğumuz gibi bizi bulduğunda, "imkanları da varmış, niye göz göre göre toplu tükenişe gitmişler?" sorusunu soracaklardır. Cevap, ne yazık ki, "kurdukları düzen yeterince hızlı toplu irade gösterilmesine el vermemiş" cümlesinden ibaret olacak. Bunu değiştirmek, şu anda kendi etki alanında hamle yapabilecek her bir kişinin o iradeyi bir diğerinden bağımsız olarak ortaya koyabilmesine bağlı. Bu yazı bir ilave kişinin harekete geçmesine bile vesile olsa faydadır. Insana has umutla.   (-)COP 27 sona erdi: 'Kayıp ve Zarar Fonu' kurulacakmış... Fon ile, iklim krizinden etkilenen yoksul ülkelere para yardımı yapılması öngörülüyormuş... Ancak hangi ülkenin ne kadar katkı yapacağına karar verilmemiş. Bunun gelecek yıl yapılacak zirvede ele alınması bekleniyormuş. Önemli bir not: İklim değişikliğinden en çok etkilenen yoksul ülkeler, yaklaşık 30 yıldır maddi destek almak için mücadele veriyor. Stockholm Resilience Merkezinin Gezegensel sınırlar Araştırması(*)   Stockholm Resilience Merkezi (SRC) kavramı şöyle tanımlıyor; “bir sistemin, bireyin, bir ormanın, bir şehrin veya ekonominin, değişim ile başa çıkma ve gelişmeye devam etme kapasitesidir” (What is resilience, n.d). Kavram insanların ve doğanın, finansal kriz, sosyal yozlaşma, iklim değişikliği, doğal afetler gibi hangi boyutta ve kapsamda olursa olsun karşılaştığı şoklar karşısında yenilenmeyi ve yenilikçi düşünmeyi teşvik etmek için nasıl kullanabileceği ile ilgilidir. Bir felaket anında topluluğun bütün unsurları karşılaşılan şoku karşılamak ve hayatta kalabilmek için bir ağ gibi birlikte çalışmalıdır. Kavramın sosyal boyutu olan “Sosyal Resilience” ise Merkez tarafından şu şekilde tanımlanıyor; “insan topluluklarının çevresel değişim ya da sosyal, ekonomik veya politik ayaklanma gibi streslere dayanma ve toparlanma yetenekleridir”(Resilience dictionary, n.d.).   Bu noktada şoklarla başa çıkmak ve gelişmeye devam etmek neden önemlidir sorusu akıllara gelebilir. Bu soruya Godschalk (2003) “belirsizlik” diyerek cevap veriyor. İster fiziki olsun ister sosyal olsun, bir felaketin ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleşeceğini biliyor olsaydık eğer, sistemlerimizi zaten bu şoklara dayanacak şekilde inşa ederdik. O yüzden sistemlerimizi kavrama adapte etmeliyiz.       Neden bu kavrama ihtiyaç duyuldu? Nobel Ödüllü Paul Crutzen Sanayi Devrimi ile başlayan özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen dönemi tanımlamak için yeni bir kelime oluşturmuştur. Yunanca kökenli “Anthropo” yani insan kelimesi ile “cene” yani çağ kelimelerini bir araya getirerek, içinde bulunduğumuz dönemi “Anthropocene”, İnsan Çağı olarak tanımlamıştır. Tüm insanlık tarihini göz önünde bulundurursak eğer, binlerce yıldır süregelen yaşam şeklimiz yaklaşık 300 yıl içinde baştan aşağı değişti.   İnsanlığın ekosistem ile olan bağı üretim süreçlerinin değişmesi ile koptukça yeni sosyal ve ekonomik düzenler oluşturmaya, onlara adapte olmaya başladık. Yeni üretim süreçleri, yeni tüketim alışkanlıkları oluşturdu ve bizler sosyal hayatlarımızı tekrar tekrar değişen koşullara adapte ettik. Bu değişim sürecinde gözden kaçırdığımız önemli bir nokta vardı. Ekosistem bize uyarılar vermeye başlamıştı ancak biz bunları göz ardı ettik, gözlerimizi kapatmakta ısrarcı olduk. Şimdilerde ise doğa bize sağlam bir tokat atmak üzere. Ve bu tokat az gelişmiş ülkelere veya gelişmekte olan ülkelere daha insaflı inmeyecek. Aynı geminin içindeyiz ve bundan bir bütün olarak etkileneceğiz.   Stockholm Resilience Merkezi uyarıyor, gezegenimizin sınırları var. Aslına bakılırsa Roma Kulübü 1972 yılında dünyaya bir uyarıda bulunmuştu bile. Kulüp “Büyümenin Sınırları” raporu ile ekonomik büyüme odaklı yaklaşımın ekosistem üzerinde yarattığı baskıya dikkat çekmeye çalışmıştı (Meadows, Meadows, Randers, and Behrens III, 1972). Raporda ekonomik yapı ile ekosistemin birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı olduklarının göz önüne alınmak zorunda olduğu vurgulanmıştı. Lakin o yıllarda dünya henüz sürdürülebilirlik kavramını henüz kullanılmadığı gibi, daha önümüzde yaşanması gereken bir “kavramın türetilmesi ve sindirilmesi süreci” vardı.   Gezegenin sınırları Merkezin 2009 yılında yapmış olduğu “Gezegenin Sınırları” çalışmasındaki uyarı ise çok daha çarpıcı. Genel ifadeler yerine elle tutulur, gözle görülür sonuçlar sunuyor bizlere; gezegen için 9 adet sınır tanımlanmış durumda ve biz hâlihazırda bu sınırların bazılarını aşmış bulunmaktayız. Bu dokuz sınır şunlardan oluşuyor; iklim değişikliği, okyanus asitlenmesi, stratosferik ozon incelmesi, azot döngüsü, fosfor döngüsü, küresel tatlı su kullanımı, arazi kullanımında değişim, biyolojik çeşitlilik kaybı, atmosferde asılı kalan parçacık (aerosol) yükü ve kimyasal kirlilik. Yani 1990’larda medyada hemen her gün duyduğumuz “delinen ozon tabakası” ve delinmenin sorumlusu olan deodorantlar haberlerinin çok daha ötesine geçtik.   Merkez, hızlı insani kalkınma süreci yakalama kaygısının gezegenin sınırlarının aşılmasında ne kadar önemli bir baskı yarattığını vurguluyor. Aşağıdaki şekil bu dokuz sınırı temsil etmek üzere oluşturulmuş. Sarı (artan risk) ve kırmızı (yüksek risk) renkleri ise haberlerin iyi olmadığını söylüyor bizlere.         https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/planetary-boundaries/about-the-research.html Peki, ne yapacağız? Doğa ana ile bağımızı acilen tekrar kurmamız ve kuvvetlendirmemiz lazım. Bu bağı insanlık tarihinin binlerce yıl sürdürdüğü hali gibi birebir oluşturmamız ancak romantik bir hayal ile sınırlı kalır. Çünkü biz bu sınırları yalnızca doğa anaya birkaç yüzyıl boyunca, ısrarla kafa tuttuğumuz için aşmadık. Bu inatlaşma sürecinde serbest piyasanın görünmeyen elini sıkıca tuttuğumuz, yemeğimizi kasabın, biracının ve fırıncının yardımseverliklerine değil, kendi çıkarlarını gözetmelerine teslim ettiğimiz ve sosyoekonomik yapılarımızda kökten bir değişim yarattığımız için aştık.   Bu noktada SRC bir paradoksu hatırlatıyor bizlere; insanlığın yenilikçi kapasitesi bizi içinde bulunduğumuz koşullara sürüklemiş olsa da bu koşulları değiştirebilecek olan faktör de yine bu yenilikçi kapasitedir. Özetle bu derdi biz yarattık, dermanını da biz bulacağız. Bu süreçte işe öncelikle doğal çevreyi toplumdan farklı bir şeymiş gibi düşünmeyi bırakmakla başlamalıyız.       Resilience bir toplum için dayanışma ekonomisi 12-17 Mart 2018 tarihleri arasında düzenlenen Dünya Sosyal Forumunda da belirtildiği gibi; resilient, işbirlikçi ve dayanışma temelli bir toplum için çözümler zaten var ve bu çözümler daha büyük bir ölçekte genişlemeli. Bu noktada dayanışma ekonomisi devreye giriyor. Birbirleri ile bağlantısı zayıf olan, dağınık ve küçük yapıları, piyasa güçlerinin karşısında duracak ve gelişecek yani daha resilient örgütler haline getirebilmemiz gerekli. Burada bizlerin üzerine düşen dayanışma ekonomisinin kamuoyunda tanınmasını sağlamak ve teşvik etmek olmalı.   Dokuz gezegen sınırı Gezegensel sınırlar çerçevesinin çizimi. Yedi gezegen sınırı için farklı kontrol değişkenlerinin 1950'den günümüze nasıl değiştiğine dair tahminler. Yeşil gölgeli çokgen, güvenli çalışma alanını temsil eder. Kaynak: Steffen ve ark. 2015   Stratosferik ozon incelmesi Atmosferdeki stratosferik ozon tabakası, güneşten gelen ultraviyole (UV) radyasyonu filtreler. Bu tabaka azalırsa, artan miktarda UV radyasyonu yer seviyesine ulaşacaktır. Bu, insanlarda daha yüksek cilt kanseri insidansına ve ayrıca karasal ve deniz biyolojik sistemlerine zarar verebilir.   Antarktika ozon deliğinin görünümü, kutupsal stratosferik bulutlarla etkileşime giren antropojenik ozon tüketen kimyasal maddelerin artan konsantrasyonlarının bir eşiği geçtiğinin ve Antarktika stratosferini yeni bir rejime taşıdığının kanıtıydı.   Neyse ki, Montreal Protokolü sonucunda atılan adımlar sayesinde bu sınırın içinde kalmamızı sağlayacak yola girmiş görünüyoruz.   Biyosfer bütünlüğünün kaybı (biyoçeşitlilik kaybı ve yok olmalar) 2005 Binyıl Ekosistem Değerlendirmesi, insan faaliyetleri nedeniyle ekosistemlerde meydana gelen değişikliklerin son 50 yılda insanlık tarihindeki herhangi bir zamandan daha hızlı olduğu ve ani ve geri döndürülemez değişiklik risklerini artırdığı sonucuna varmıştır.   Değişimin ana itici güçleri, ciddi biyolojik çeşitlilik kaybına neden olan ve ekosistem hizmetlerinde değişikliklere yol açan gıda, su ve doğal kaynaklara olan taleptir. Bu sürücüler ya sabittir, zamanla azalma belirtisi göstermezler ya da yoğunlukları artmaktadır. Mevcut yüksek ekosistem hasarı ve yok olma oranları, canlı sistemlerin (biyosfer) bütünlüğünü koruma, habitatı geliştirme ve ekosistemler arasındaki bağlantıyı iyileştirme ve bir yandan da insanlığın ihtiyaç duyduğu yüksek tarımsal üretkenliği sürdürme çabalarıyla yavaşlatılabilir.   Bu sınır için 'kontrol değişkenleri' olarak kullanılmak üzere güvenilir verilerin mevcudiyetini geliştirmek için daha fazla araştırma devam etmektedir.   Kimyasal kirlilik ve yeni varlıkların salınımı Sentetik organik kirleticiler, ağır metal bileşikleri ve radyoaktif malzemeler gibi toksik ve uzun ömürlü maddelerin emisyonları, gezegen ortamında insan kaynaklı önemli değişikliklerden bazılarını temsil eder. Bu bileşikler, canlı organizmalar ve fiziksel çevre üzerinde (atmosferik süreçleri ve iklimi etkileyerek) potansiyel olarak geri döndürülemez etkilere sahip olabilir.   Kimyasal kirliliğin alımı ve biyolojik birikimi organizmalar için öldürücü olmayan seviyelerde olsa bile, azalan doğurganlığın etkileri ve kalıcı genetik hasar potansiyeli, kirliliğin kaynağından çok uzaktaki ekosistemler üzerinde ciddi etkilere sahip olabilir. Örneğin, kalıcı organik bileşikler, kuş popülasyonlarında çarpıcı azalmalara ve deniz memelilerinde üreme ve gelişmenin bozulmasına neden olmuştur.   Bu bileşiklerin katkı ve sinerjik etkilerinin birçok örneği vardır, ancak bunlar hala bilimsel olarak yeterince anlaşılmamıştır. Şu anda, tek bir kimyasal kirlilik sınırını nicelleştiremiyoruz, ancak Dünya sistemi eşiklerini geçme riski, ihtiyati eylem ve daha fazla araştırma için bir öncelik olarak listeye dahil edilmesi için yeterince iyi tanımlanmış kabul ediliyor.   İklim Değişikliği Son kanıtlar, şu anda atmosferde 390 ppmv CO2'yi geçen Dünya'nın gezegen sınırını çoktan aştığını ve birkaç Dünya sistemi eşiğine yaklaştığını gösteriyor.   Yaz kutup deniz buzunun kaybının neredeyse kesinlikle geri döndürülemez olduğu bir noktaya ulaştık. Bu, üzerinde hızlı fiziksel geri besleme mekanizmalarının Dünya sistemini deniz seviyelerinin mevcuttan birkaç metre daha yüksek olduğu çok daha sıcak bir duruma getirebileceği iyi tanımlanmış bir eşiğin bir örneğidir. Örneğin dünyanın yağmur ormanlarının süregelen tahribatı yoluyla karasal karbon yutaklarının zayıflaması veya tersine çevrilmesi, iklim-karbon döngüsü geri bildirimlerinin Dünya'nın ısınmasını hızlandırdığı ve iklim etkilerini yoğunlaştırdığı başka bir potansiyel devrilme noktasıdır.   Önemli bir soru, büyük, geri dönüşü olmayan değişiklikler kaçınılmaz hale gelmeden önce bu sınırın üzerinde ne kadar kalabileceğimizdir.   Okyanus Asitlenmesi İnsanlığın atmosfere saldığı CO2'nin yaklaşık dörtte biri nihayetinde okyanuslarda çözülür. Burada okyanus kimyasını değiştirerek ve yüzey suyunun pH'ını düşürerek karbonik asit oluşturur. Bu artan asitlik, birçok deniz türü tarafından kabuk ve iskelet oluşumu için kullanılan temel bir "yapı taşı" olan mevcut karbonat iyonlarının miktarını azaltır. Bir eşik konsantrasyonunun ötesinde, bu yükselen asitlik, mercanlar ve bazı kabuklu deniz ürünleri ve plankton türleri gibi organizmaların büyümesini ve hayatta kalmasını zorlaştırır. Bu türlerin kaybı, okyanus ekosistemlerinin yapısını ve dinamiklerini değiştirecek ve ------------------------- Referans: (*)https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/the-nine-planetary-boundaries.html

Eşik Altı Büyücülerin Zihinsel Pazarlama Stratejileri : Özel Günler!...

  "Radikal Blog'da ki Denemelerimden...(5)"12.05.2013 Toplumu Formatlama da (Afazi Hale Getirme de)  Küresel Güçlerin / Eşik Altı Büyücülerin / Zihinsel Pazarlama Stratejileri :  Özel Günler!....   12.05.2013 11:42:32 A+ A- İlk söz: “Günlük yaşama indirgenmiş düşler ülkesi!.. En modern en pahalı eşyalarla tıka basa dolu iş yerine gitmek için metroya da, tıklım tıklım dolu bir trene de binilmiyor, lüks GTİ otomobillerle, füzeye benzetilmiş motosikletlerle veya turbolarla gidiliyor buralara. Kaygılanacak ne var ki?... Halk ne ister ki? İşte asıl can alıcı nokta bu ya, hiçbir şey! Bu olağanüstü gezegende yaşam güzeldir. Bu düşlere yaraşır dünyayı tanıdınız herhalde “ Yazımızın ilerleyen bölümlerinin anlam kazanması için az önce de belirttiğimiz gibi öncelikle bir temel tespiti yapmamız gerekmekte: Subliminal kelimesi, latince "limen" köküne dayanır. Limen, "eşik" demek. Subliminal, eşik altı. Doğrudan algı eşiği altındaki sinyal, yani. Kapitalizmin küreselleştiği günümüzde toplumu hızla geleneksel bağlarından koparmış kendi amaçları-tüketim toplumu-doğrultusunda yeniden dizayn için çeşitli projeler geliştirmiştir. Bunun en belirgin örneklerinden biri de hayatımızın neredeyse vazgeçilmezleri haline gelen özel günler:.  “Sevgililer Günü”, “Anneler Günü” , ”Babalar Günü”,!... Niceleri... Farkında mısınız, her yıl bir yenisiyle tanıştırıldığımızın. "özel gün" ler, hayatımızda sendroma dönüşmüş durumda!.. Yaş günlerinin yıldönümlerinin yarattığı gerilim yetmezmiş gibi  Küresel Güçlerin / Eşik Altı Büyücülerin/; “Özel Günler”   zihinsel pazarlama stratejisinin bir örneği olarak da ”Sevgililer Günü” Üretmeden tüketme, tüketim için bilinç altına “tüketimi” kodlama, Birilerinin özellikle dizayn ederek uygulamaya koydukları “kodlanmış  günler” Ya da başka kültürün  ürünleri!... Tüketim toplumu olma yolunda, birileri tarafından kodlanmış günler, Konu modernlik bağlamında ele alınabildiği gibi postmodernlik ile de yakından ilgili olarak gündemdeki yerini korumakta.  Tüketim toplumu olgusunun gündeme gelmesinde etkin rol alan modern çalışma etiğinin endüstri toplumuna üretmekten daha öncelikli bir hedef olarak tüketmenin özendirilmesi süreçleri, İstesek de istemesek de  bu yaşam için de , yeni sendromlar ortya çıkmakta... Çünkü insanlık tarihinde belki de ilk defa arz talebi geçmeye başladı.ve yepyeni bir problem ortaya çıktı. Bu kadar şeyi kim satın alacak? Böylece  üst yapının yeni söylevlerle özel günlerle   tekrar formatlanmasını gerektli kılmakta.... Büyümeye devam eden sürdürülebilir kültürel bir norm oluşturma girişimleri. Bu Anneler Günü'nde insanlar hediye vererek sevgilerini göstermeleri markaların yüzünü güldürmeler... Çarpıcı mücevherlerden şık kıyafetlere ve hediye kartlarına kadar savurganlık  Annelerini şımartmak isteyenler için lüks spa bakımları, rahatlatıcı masajlar ve hoş manikür ve pedikür kuponları .. Süslü bir öğle veya akşam yemeği ve güzel çiçek buketleri... özel geziler bile yetersiz kalıyor.. Peki insanlar gerçekte ne kadar ve neye harcama yapmakta? Tüm ilginç ayrıntılar için aşağıdaki verilere göz atmak gerekiyor(****). Her yıl geçtikçe insanlar Anneler Günü'nün önemini giderek daha fazla anlıyor ve  minnettarlığını göstermek için daha çok para harcamak kültürel bir norm haline geliyor. Bu eğilim bilinçaltına köklü bir şekilde yerleştiği ve yakın zamanda azalmasının pek mümkün görünmüyor.. Formatlama, dizayn  tüm kadim değerler içinde yapılıyor, Türk toplumunun tüm inançlarını yerle bir etmek, afazi hale getirmek için... Örnek mi? Bu toplumun kültürel yapısında yer almayan yılbaşı kutlamaları ... Hani kafalarına taktıkları  huni şapkalar gibi!... Noel baba figürleri gibi!..., Çam ağaçları gibi!... "Sevgililer günü" (*) mü... Çoğu sevgili o gün ayrılıyor birbirinden... "Anneler günü" mü... Hayal kırıklığı sırası annelere geliyor. Niye? Çünkü "özel gün sahibi"nin beklentisi alabildiğine kabarıyor o günlerde... Küresel güçler, eşik altı büyücüler zihinsel pazarlama stretejilerini  günler öncesinden uygulamaya koyuyor, kendi kontrolü altındaki yazılı ve görsel basın aracılığı ile; reklama yükleniyor; el ilanları, duvar panoları, radyo ilanları, televizyon reklamları "o muhteşem günlerin" hazırlığında  AVM’ler sönük geçmiş bir yılın acısını o günden çıkarmak istercesine ayakta. Haberlerde, reklamlarda "annelerini, sevgililerini, babalarını seven insanların neler yapması gerektiğini zihin altına zerk eden  şablonlar, söylenecek sözler, Binlerce kişinin seyrettiği bir film içerisine saniyenin 1/3000 ‘i kadar kısa sürelerde mesajlar yerleştirilip ve gösterilen deneyler gibi. Bu deneyler sonucunda  kola satışlarının  yaklaşık %20 , patlamış mısır satışlarının ise %60 artış göstermesi gibi. Yine de süzülecek gözler, satın alınacak hediyeler, yeni insan tipi yaratma çabası. Pek tabi ki masaları, hikayeleri ile birlikte!... Hep beraber bir şeylerin yanlış olduğunu hissetsek  bile , yine de bakıp bakıp izliyoruz... bu kadar sevgi gösteremedik  diye ufalanıyoruz. "O muhteşem gün" geldiğinde, karşısında hiç de reklamlardakine benzemeyen "hazırlıksız"  gören sevgilimiz, annemiz,babamız da ister istemez bunu kendilerine verilen değerin biricik göstergesi olarak algılamaya ve çevredekilerle kıyaslamaya başlamakta: ””Bak ,kocam bana ne aldı!..” "Önceki sene de unutmuştun," "Geçen sene de bu ayakkabının aynısından almıştın," “Yine mi ayakkabı ?!...” "Bu parfümden nefret ettiğimi bilmiyor musun" “ Bunun  markası yok!.. Nice  yakınmalar ve  gözyaşları!.... Ardından trajikomik son !... "Sen beni eskisi kadar sevmiyorsun." Ve nihayet Halbuki ben..." veya "Eskiden..." diye başlayan kıyaslama cümleleri ile, ilişkilerin ipini çekme. Ne kadar sevdiğini sonradan kanıtlamak için girişilen nafile çabalar!... Huzursuzluğu derinleştirmeden  başka bir  işe yaramayan uğraşlar. "Özel günler ekonomisi" Artık bir hastalık olarak değerlendirebileceğimiz bu tüketim çılgınlığının ekonomik boyutuna baktığımızda geçen yıl sadece Amerika da bir günlük getirisi 5.6 milyon dolarmış. Oysa bir yıl boyunca kimse yatağına aç girmesin diyorsak 19 milyar dolar, herkesin içilebilir temiz suyu için 10 milyar dolara… Okur-yazar olmayan kalmasın diyorsak 5 milyar dolara ihtiyaç varmış. Sadece makyaj ürünlerine bir yılda harcanan para 18 milyar dolarmış. Sevgililer Günü için, ironik olarak “tamamen duygusal  sonuçlar(****)”; 2006 yılında 356 Milyon TL, 2007 yılında 429 Milyon TL, 2008 yılında 528 Milyon TL 2009 yılında 590 Milyon TL , 2010 yılında 682 Milyon TL , 2011 yılında 790 milyon TL'ye ulaşmış.  Babalar günü için yapılan; 2006 yılında 356 Milyon TL, 2007 yılında 445 Milyon TL, 2008 yılında 524 Milyon TL 2009 yılında 596 Milyon TL , 2010 yılında 714 Milyon TL , 2011 yılında 851 milyon TL'ye ulaşmış. Harcamalar her yıl artarak devam etmiş!... Yapılan alışverişlerin borçlanma ile yapılması, milyonlarca kredi kartı borçlusunun ve haciz tehlikesi altında kişinin bulunduğu ülkemizde durumun vehametini artırıcı etki oluşturduğu tartışılmaz bir gerçek. Bu nedenle alışverişe ve borçlanmaya teşvik edilen uygulama ekonomik gerçeklerimize de aykırı. Buna karşın, Sevgililer Günü’nden hemen önce fiyatlarda nasıl bir artış olduğu ve böylesi özel günlerde satışların nasıl da gereksinmelerin çok üzerine çıktığı görülünce, bu günün “sevgililerin ” mi, yoksa “satıcıların” mı olduğu konusunda ciddi şüphe oluşmakta. Tüketiciler Birliği, fedakarlıkları ile ün kazanan sevgililer gününü kutlmakta; tüketicileri bu gün dolayısıyla, hem annelere, hem çocuklarına bedel ödetecek gereksiz harcamalarda bulunmamaları ve zam fırsatçılarına fırsat vermemeleri yönünde güya  uyarmakta. Ve tüketim özgürlüğüne davet etmekte.“ Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu “!... Sevgililer Günü’nün anlamı, gizli bir elin almaya zorladığı hediye.. kadın obje olarak öne çıkaran erkek eğemen toplumda tüketim ve görgüsüzlük , gösteriş budalalığı ... Sevgi, hiç bir değeri olmayan vitrinlerde süslü bir paket... Her biri sevginin ayrı bir rengi, hepsi de birbiri kadar önemli, bunların tümünün sevgidir temeli, değerleri maddi hiçbir şeyle ölçülebilirmi ki !.. Tek bedelleri yine sevgidir... Bütün sevgilerin önüne “Sevgiler Günü” getirildi. Bununla ilgili yeni pazarlama stratejileri geliştirildi... Kampanyalı Yurtdışı seyahatleri düzenlendi, “Güne” özel ucuz biletler sattı Uçak Şirketleri, Otellerde yapılan Sevgililer günü indirimleri, Özel ayakkabılar, giysiler, hatta menüler bile üretiliyor. İş tamamen ticari bir konuma getirilmiş durumda. Artık Sevgi  pazarda!... Sevgi harcamayla doğru orantılı artık!.. Ne kadar çok harcama yaparsan sevgi o kadar büyük !... Yani sevgi  ironik olarak betimlenirse “duygusallaştı”, Ne kadar güzel !... Gelir düzeyi düşük olanların  durumu hiç düşünülmeden... Böyle devam ederse eğer, sonunda rezil  rüsva olacak sevgi. Diğer kadim değerlerinin  içi boşaltıldığı gibi…. Her AVM , her mağaza, her vitrinin iç dekarasyonu  Cezbedici ancak içinde ne kadar sevgi olduğu şüpheli  kalplerle süslenmiş… Buralara gidememek ya da gitsek bile, boş ya da kırık bir kalple dolaşmak ne can yakıcı. Öksüzlere özgü bir Anneler Günü... Reklamların mütemadiyen “sevgi pazarlığı/sevgi ticareti” için   alışverişe çağırması, küresel çapta uluorta kutlanması, yalnız kalplerin ıssızlığını perçinlemekte bir kat daha... Sevgi dillendirildikçe, yitik bir dostun adı gibi çınlamakta. Henüz reklamlardaki gibi bir sevgi kısmet olmamıştır kimine; ama çoğu doludizgin yaşamış ve sonunda kıymıştır” sevgisine”.. .Onu acılar çektirerek öldürmüş ve eski bir şarkıya gömmüştür. Ortak hatıralar mezarlığına... Ya da ihanetler kabristanına... Söylenenler son derecede acı, sanki zehir gibi, ama ne yazık ki bu gerçeğin ta kendisi. Gerçek sevgi oturmuş ağlıyor; Ben bu hallere mi düşecektim diye. Bu koşullarda kalmadı artık bunun bir çaresi, Seneye beklenecek bir yenisi. İnşallah yeniden gerçeğe dönüşür  sevgi, Yeniden yeşerir, gönüllerde açan bir kır çiçeği gibi. Ticarete dönüştü, amacından uzaklaştırıldı Hepsinin önüne geçirildi sadece içlerinden biri.. Görünen ve gerçek olan o ki bu özel günlere duygusal anlamlar yükleyerek bize sunanların amacı sevgiyi kutsadıklarından değil, daha çok harcama yapmamızı sağlamak ve kârlarına kâr katmalarıdır. Bu yüzden siz siz olun sevdiklerinize sevginizi böyle özel günlerde pahalı hediyeler alarak değil, onları her gün ve her saat hatırlayın. Onları ne kadar sevdiğinizi her fırsatta dile getirin. Unutmayın, içten bir dokunuş, bir demet kır çiçeği hele sevgi dolu bir öpücük paha biçilmez en büyük hediye.. İşte budur mutluluk... Mutuluk aslında bir insanın hayatı ne kadar anlamlı ve ne kadar değerli görüp göremediği ile ilgili. Şimdi anladınızmı, sevgiyi bilmediğimizden değil, bilmiyenedir karşı olduğumuz. Son söz: Sevgi ne boğazda, ne mum ışığında yemek yemek. Ne de pahalı bir pırlanta demek. Sevgi; bir lokmada iki mutlu insan demek.! Sağlıcakla kalın!... Günleriniz hep aydınlık olsun! Yüreklerindeki sevgi daim olsun! Yüreği "Berkehan ve Bilgehan Deniz" Kadar temiz olan tüm insanların!  OE -12.05.2013 --------------- (*) Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel  bir gün. Kökeni, Roma Katolik Kilisesi 'nin inanışına dayanan bu gün,  Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmış. Bu nedenle bazı toplumlarda "Aziz Valentin Günü" (İngilizce: St. Valentine's Day) olarak bilinmekte. Valentine kelimesi,  Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya sevgili anlamlarında da kullanılmaktaymış.Kitaplar öyle yazıyor... (**)Hikâye anlatarak pazarlama" yönteminin yükselişi https://bit.ly/3lb6hqt (***) 8 Martı güzellik markalarının indirimleri, incik boncuk firmalarının kampanyaları ve çiçekler ile yozlaştıran Neo-Liberal Ekonomik Dönüşümün Üst Yapıda ki Mutasyonu: "  Tüketim toplumu ve şiddet ..". Bugün Dünya Kadınlar Günü, daha doğrusu Dünya Emekçi Kadınlar günü, medya ve basın sadece kadınlardan bahsedecek, binlerce yıldır ataerkinin kadınların elinden aldığı hakları hâlâ geri vermemiş olmasını bir günlüğüne “hatırlayıp”, ertesi gün yine hayatlarımıza devam edeceğiz. Çünkü özel günler bunun içindir, değil mi? 8 Mart nasıl 8 Mart olmuş öğrenmek ister misiniz? Kadın hakları tarihçesi o denli uzun ve zor bir mücadele ki, değil tek bir yazıya sığdırmak, cilt cilt kitaplar yazılsa yine bir yerleri eksik kalır. 18. Yüzyıl’a kadar toplum düzeninin sadece ataerkil olabileceğine inanıldığı ve aksine dair bir kanıt bulana kadar anaerkil toplumların dahi yok sayıldığı bir düzenden bahsediyoruz. Haliyle 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olabilmesi de uzun bir mücadeleden geçiyor.   Ataerkil düzenin vazgeçilmez parçası kapitalizmle mücadeleyle başlıyor aslında her şey. Çünkü her yerde olduğu gibi, işçi sınıfında da kadın ve erkek ayrımı var ve kadın işgücü daha kolay suiistimal edilebilir ve daha ucuz. 8 Mart 1857’de günde 16 saat ve düşük ücretle çalıştırılan tekstil işçisi kadınlar New York’ta greve gitmişler. Gösterdikleri direniş o denli ses getirmiş ki, onlar sayesinde tekstil ve tütün sanayisinde diğer işçiler de greve gitmeye başlamışlar. Tüm bu grevler, bir işçi dayanışmasının doğmasına neden olmuş. Bu, mücadelenin ABD ayağının başlangıcı sadece. Mücadelenin Avrupa ayağındaysa Clara Zetkin gibi müthiş bir kadından bahsetmeden geçmek olanaksız. Kendisi 1874 yılı itibariyle Almanya’da kadın hareketi ile işçi direnişini birleştirmeye başlamış. Ve geliyoruz bugüne, 8 Mart’ı 8 Mart yapan güne. 1917 yılında, Jülyen takvimine göre Şubat ayında ancak Miladi takvime göre 8 Mart gününde Rusya’da kadınlar “ekmek ve barış” isimli bir mücadele başlatmışlar. Petrograd (Sankt Peterburg)’da başlayan bu mücadele daha sonrasında gelen Şubat Devrimi’nin başlangıcı olmuş. Bu mücadele sayesinde Rusya’da kadınlar oy verme hakkı kazandıkları gibi, aynı zamanda Rusya İmparatorluğu’nun da sonu gelmiş. Birincil olarak kadınların başlattığı bu devrime, Rusya’daki kadınların direnişine atfen Dünya Kadınlar Günü sosyalist platformlar tarafından 8 Mart olarak kabul edilmiş. Birleşmiş Milletlerin bu güne resmiyet kazandırması ise ta 1975 yılında gerçekleşmiş. Bu denli emek ve mücadele ile kazanılan 8 Mart’ın Türkiye’deki algısı nasıl peki? İnci kolye hediyeli alışveriş kampanyaları varmış mağazalarda. inci kolyeyle mutlu olan kadınlar! Ütülerde, mutfak robotlarında, elektrik süpürgelerinde indirim varmış bugün. Yaşasın kendisinde ev işinden öte vasıf görülmeyen, ev işi emekçisi kadınlar! Çiçekçilerde indirim varmış bugün, kadınlar çiçektir diyenler için. Buna en güzel cevabı birkaç ay önce Kadın Emeği ve İstihdam Grişimi (KEİG) bir basın açıklamasında: “Kadın kadındır, çiçek babandır!” Kimse kusura bakmasın; emekçi kadınların tırnaklarıyla kazıyarak, canlarından olarak, greve girip maaşlarını kaybederek, örgütler kurarak, ülkelerinden sürülerek, konferanslar vererek, bildiriler hazırlayarak var ettiği 8 Mart’ın anlamı güzellik markalarının indirimleri, incik boncuk firmalarının kampanyaları ve çiçekler değildir. Bu gün, bu kadınların ve daha nicesinin kadınların şu an sahip olduğu hakları nasıl elde ettiklerini farkına varmanız için var. Bu gün, kadınların hâlâ sahip olmadığı ve ataerkinin kadınlara, kadınlar direnmedikçe vermeyi reddedeceği hakları görmeniz ve bunlar için mücadele etmeniz için var. (****) Planned total expenditure on Mother's Day in the United States from 2007 to 2023(in billion U.S. dollars) https://www.statista.com/statistics/289496/us-mother-s-day-expenditure/ (*****)The history of Mother’s Day( BY GILL HASSON 16TH MAR 2023 LIFE https://www.readersdigest.co.uk/inspire/life/the-history-of-mothers-day 1216 - 1257 yılları arasında İngiltere tahtında oturan III. Henry'in "Anneler Günü" yaratma fikri 16. yüzyılda hayata geçmiş. Bir anda herkesi içine çeken ve kısa zamanda tüm adaya yayılan bu etkinlik sayesinde Birleşik Krallık'ta büyüdükleri yerden uzaklaşan insanların evlerine dönmeleri, aileleriyle buluşmaları ve vaftiz edildikleri "ana kiliselerini" ziyaret etmeleri için bir fırsat doğmuş. "Anneler Pazarı" isminde yapılan bu etkinlikler sayesinde uzaklarda çalışan yoksulların evlerine, anne-babalarına, doğdukları yerleşim yerine birkaç günlüğüne de olsa dönmeleri ülkenin dört bir yerinde çok büyük bir sinerji yaratmış Annelik kutlamalarının kökenini çok kutsallı dönemin tanrılarından Hestia, Demeter, Hera ve Zeus'un annesi olan Tanrıça Rhea (Lea) ile onun onuruna festivaller düzenleyen eski Yunanlılara ve Romalılara bağlayan çalışmalar var. Hatta deniliyor ki; Antik Roma'da bu etkinliklerin ölçeği büyümüş; annelere saygı amaçlı düzenlenen kutlamalar genellikle üç gün sürüyormuş. Diğer bir görüş de Anadolu'da yaşanan Frigya Krallığı döneminde bütün tanrıların büyükannesi olarak kabul edilen ve annelik, doğa, doğurganlık ile tarımla da ilişkilendirilen Ana Tanrıça "Kibele" kültünün zamanla Antik Yunan'a ve Roma'ya da yayıldığı yönünde. Hristiyanlığın Kıta Avrupa'sında yayıldığı yıllarda "Anneler Pazarı" olarak bilinen erken Hristiyan festivalini Anneler Günü'nün en açık ve modern örneği olarak görenler de var. Orta Çağ'da kilisenin yoğun baskısı içinde insanların din dışında özel günler kutlaması bir tür batıl inanç olarak görülüyormuş, bu nedenle de özel kutlamalar çok uzun yıllar boyunca düzenlenememiş. 1216 - 1257 yılları arasında İngiltere tahtında oturan III. Henry'in "Anneler Günü" yaratma fikri 16. yüzyılda hayata geçmiş. Bir anda herkesi içine çeken ve kısa zamanda tüm adaya yayılan bu etkinlik sayesinde Birleşik Krallık'ta büyüdükleri yerden uzaklaşan insanların evlerine dönmeleri, aileleriyle buluşmaları ve vaftiz edildikleri "ana kiliselerini" ziyaret etmeleri için bir fırsat doğmuş. "Anneler Pazarı" isminde yapılan bu etkinlikler sayesinde uzaklarda çalışan yoksulların evlerine, anne-babalarına, doğdukları yerleşim yerine birkaç günlüğüne de olsa dönmeleri ülkenin dört bir yerinde çok büyük bir sinerji yaratmış. Bu gelenek kısa sürede Avrupa'nın bazı bölgelerine de yayılmış. Akılda kolay kalması, karıştırılmaması, her yıl aynı tarihte yapılması amacıyla Paskalya'dan üç pazar öncesine, Büyük Perhiz'in dördüncü pazar gününe denk getirilecek şekilde kilise takvimiyle de bağlantılı hale getirilerek sabitlenmiş. İnsanlar ana kiliselerine, yani doğduklarında toplumla tanıştırıldıkları vaftiz mekânlarına dönerlerken bir günlük de olsa " annelik yapmaya" gideceklerini söylemişler, annelerine sunmak üzere kır çiçekleri toplamışlar. O günün şartlarında yapılması kolay olmayan şekerlemeler, çörekler, incirli turta gibi yenilebilir hediyeler hazırlayarak götürmüşler, annelerine, yaşlı teyzelerine, komşularına -günümüzde de yaşatılmaya çalışılan- farklı bir tür pasta ikram etmişler. "Anneler Pazarı" sırasında tüm çalışanlara yolculuk süresi de dikkate alınarak izin verilmiş. Tüm mahalle halkının, geniş aile bireylerinin bir araya gelmesi için nadir bir fırsat yaratılmış. Uygulama zaman içinde yavaş yavaş değişmiş, o günlerin odağı olan kilise yerine kişinin kendi annesini ziyaret etmesiyle daralmış.  1806 yılında Napolyon, ailelerin genişlemesi, dört bir yana yayılan bireylerin belli bir gün içinde toplanması ve annelerin - büyükannelerin daha yakından tanınması için özel bir gün ilan etmiş. 1865 yılında kurulan "Anneler Dostluk Çalışma Kulübü" 1865 yılında Amerikan İç Savaşı sona erdikten sonra 11 çocuk doğursa da bunlardan sadece 4 tanesini yaşatabilen Bayan Anna Maria Jarvis, o dönemde çocuk ölümlerinin önde gelen nedenlerinden biri olan sağlıksız ortamla mücadele etmek için bir şeyler yapmak istemiş. 1858 yılından beri aklında olan "Anneler Dostluk Günü" adında çalışma kulübü kurarak mücadele edecek bir hareket başlatmış. Ancak bu hareket neredeyse hiç ilgi görmemiş. İç Savaş sırasında sözlerini yazdığı "Cumhuriyet Savaş İlahisi" şarkısıyla popüler olan ciddi bir ün kazanan kölelik karşıtı ve eşit oy hakkı savunucusu Bayan Julia Ward Howe adlı başka bir kadın da 1870 yılında bir "Anneler Barış Günü" hareketini başlatmış; ama bu da beklenen ilgiyi görmemiş. Anneler günü için özel bir günün ayrılması konusunun öncüleri arasında aktivist Juliet Calhoun Blakely ile Mary Towles Sasseen - Frank Hering ikilisinin de adı tarihe işlenmiş. Hatta bazı kaynaklarda "Hering" bazı kaynaklarda da "Sasseen" adı anneler gününün fikir babası olarak yer almış. 8 Mayıs 1905'te ölen Bayan Anna Maria Jarvis'in bir türlü ilgi görmeyen arzusu, kızı Anna Jarvis'in 1907 yılında onun ölüm gününde memleketi Virginia'da Grafton'da bir kilisede düzenlediği etkinlikle tekrar canlanmış. Bir yıl sonra bu etkinliğin şekli "tüm anneleri anma günü olarak" belirlenince ülkenin dört bir yanından gelen mektuplara, çağrılara, kamuoyu talebine Başkan Wilson da seyirci kalamamış. 1914 yılında Anneler Günü'nü ulusal bayram haline getiren bir kararnameyi imzalamış. Anna Maria Jarvis'in hayalini kızı gerçekleştirmiş, Başkan Wilson 1914 yılında anneler gününü ulusal bayram haline getiren kararnameyi imzalamış. İsviçre'de 1917 yılında başlayan Anneler Günü kutlamaları İskandinav ülkelerine sıçramış; Norveç'te 1918, İsveç'te 1919 yılında anneler günü kutlamış. Avrupa'da devam eden anneler günü kutlamaları büyük savaşın kargaşasına - koşuşturmasına yenilmiş ama 1920 yılında Birinci Dünya Savaşı'nda çok sayıda can kaybının ardından "anne" teması hükümetlerin tekrar aklına gelmiş. Nüfusun yeniden inşasındaki etkilerini takdir etmek adına anneleri kutlama ve anneliği özendirme çabaları için geniş ailelerin annelerine madalya verilmesi ile canlanmış. Uygulanan politikalar ile savaşın parçaladığı aile hayatı tekrar kurulmaya çalışılmış. Çiçekçilerin yoğun baskısı altında Almanya'nın Anneler Günü'nü resmi olarak tanıması 1922 yılında gerçekleşmiş. Avusturya Cumhurbaşkanının annesi Mariana Heinisch'in 1927 yılında vefatı radyoda duyurulunca anneler günü resmi bir hale bürünmüş. İkinci Dünya Savaşı'ndan Fransa hükümeti, mayıs ayının son pazar gününü "La Fête des Mères" olarak ilan ederek annelere olan saygısını özel bir saptamayla dile getirmiş. Hitler'in kendi biyolojik annesini andığı ölüm yıldönümünü anneler günü olarak dayatmaya çalışsa da savaşın kargaşası içinde başarılı olamamış. Ama Nazizm tüm genç kadınları doğum yapmaya ve ülkeye hizmet edecek çocuklar yetiştirmeye teşvik etmek için "anne" sembolünü çok sık kullanmış. Cephelerden annelere atılan mektuplar savaşın soğuk yüzünü umuda çevirmiş. Önce Anneler Günü'nü kurmuş, sonra da iptal ettirmeye çalışmış! Anneler Günü'nü ulusal bir tatil haline getirdiği mücadelesini bir süre sonra kapitalist sistemin ticari kaygılarla kullandığını gören, alış-verişi arttırmak için suni bir ivme yaratıldığını düşünen Anna Jarvis, "Anneler Günü" olgusunu, yaşamının geri kalan kısmında sıradan bir güne dönüştürmek için didinmiş durmuş. Kararlı ve akılcı mücadelesi ile kabul ettirdiği Anneler Günü'nü, çok daha büyük bir uğraş içinde verdiği savaş ile iptal ettirmeye çalışsa da bu defa başarılı olamamış. Anneler Günü dünyanın dört bir yanında kutlanmaya devam ediyormuş. Anna Jarvis kaderine küsmüş, dünyadan elini eteğini çekmiş ve bu uğurda her şeyini hatta ailesinden kalan evini bile kaybetmiş. Gözleri görmeyen kız kardeşini de kaybedince sağlığı bozulmuş ve dostlarının el vermesiyle kabul edildiği sanatoryumda mutsuz, umutsuz ve gözleri az görür bir halde 1948 yılında 84 yaşında ölmüş. Ülkemizdeki ilk kutlama 9 Mayıs 1955 tarihinde düzenlenmiş. İnsanı yaşama katan "anne" teması üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki; öğrendikçe, araştırdıkça, yaşadıkça ve düşündükçe herkesin bu deryaya ekleyecekleri olacağı kanısındayım... Annelik doğada her canlının eşit olarak sahip olduğu bir değer! Ama herkesin anne sevgisini yaşama süresi farklı; kimi erken kaybeder annesini, kimi de annesinin sıcak kucağını yaşamının olgun yaşlarında da hisseder. Ne mutlu anne sevgisinin değerini bilenlere! Filatelinin gücünü bilen bürokratlar anneler günü temalı pullarla dünyanın dört bir yanında ülkesini tanıtıyor.  Anneler Günü koleksiyonerler için de önemli bir tema! Dünyanın her yerinde anneler günü onuruna çıkarılan pullar, ilk gün zarfları, etkinlik biletleri, postaya atılan kartlar – mektuplar, gazete kupürleri, hatıra paralar meraklıları tarafından toplanıyor, birikimler tematik sergilerle halka açılıyor. Ünlülerin annelerine gönderdikleri, annelerinden aldıkları mektuplar, anılar, yaşanmışlıklar koleksiyonları derinlemesine etkiliyor, zenginlik katıyor. Puldan anlayan, pulun ülke tanıtımında ne kadar önemli bir unsur olduğunu bilen akıllı yönetimler çıkardıkları pullarla, ilk gün zarflarıyla, antiyelerle meraklıları dünyanın dört bir yanından kendi çekim alanına alıyor; ülkesinin bayrağını filateli yoluyla sınırlar ötesine taşıyor. Pul sevenler, PTT'nin anne temalı yeni tasarımlarını bekliyor. Türkiye'de "Anneler Günü" kutlaması ilk kez 9 Mayıs 1955 tarihinde yaşanmış; toplumdan karşılık bulmuş ve yaygınlaşmış. Anneler Günü, dünyanın dört bir yanında kutlansa da tarihleri arasında farklılık olabiliyor. Örneğin bu yıl Meksika'da 10 Mayıs, İngiltere'de 31 Mart Kosta Rika ve Etiyopya'da da 31 Mart tarihlerinde kutlanmış. Arnavutluk, Bulgaristan, Belarus, Burkana Faso ve Moldova'da 8 Mart Kadınlar günü aynı zamanda bu amaçla da kutlanıyor. . Ne mutlu annesinin özenle yapıp gönderdiği yiyecekleri yavaş yavaş çıkarıp yetişkin yaştaki çocuklarına hazırlayan, bu arada da kendi çocukluğunu hatırlayan emeklilik çağına gelmiş annelere! Tüm vefakâr ve cefakâr annelerimizin,  onurlu günlerini kutluyor, emeklerine, sevgilerine içten teşekkürlerimi sunuyorum. Güzellikleri biriktirmenizi dilerim! https://www.readersdigest.co.uk/inspire/life/the-history-of-mothers-day https://nationalwomenshistoryalliance-org  https://a2z.fhl.net/gb https://m.thepaper.cn https://time.com https://www.arenaflowers.com https://www.history.com https://www.gemporia.com https://www.dummies.com